Balkon!
Kar yağışı akşam saatlerinde başladı. Mükellef bir iftar sofrasından kalktık, çıktık sokağa, her yer bembeyazdı. Öyle güzel yağıyordu ki kar! Sokak lambalarından yansıyan ışığın içinden süzülerek nazlı nazlı iniyordu caddeye... Etraf tenhaydı. Bütün evlerin pencerelerinden ramazan huzuru yansıyordu sokaklara. Arabalar kara saplanmıştı çoğu yerde.
Bütün gece kar yağdı Van’a.
Sabah erkenden uyandım. Şehrin üzerine beyaz bir örtü serilmişti. Kar yağışı durmuş, parlak bir ışık kaplamıştı her yeri. Kapıyı açtım, çıktım balkona.
Hangi evde olursa olsun, balkona çıktığım anda aklım o güne gider. Oğlum dört yaşında falandı. Ele avuca sığmayan çocuklardandı, cıva gibi akıyordu her yerde o yaşta. Bir yaz günü Ayvalık’ta bir otele girmiş, anahtarı alıp odamıza çıkmıştık. Balkon kapısı açıktı. Bavulları açarken bir ara baktım oğlan yok; balkondaydı, korkuluklara tırmanmaya çalışıyordu. Oraya nasıl uçtum, çocuğu belinden nasıl kavradım bilmiyorum, hatırladığım tek an oğlumu sıkı sıkıya bağrıma bastığım o kısacık andır. Gözüm aşağı kaydı, çok katlı binanın altındaki havuzun kenarında insanlar küçücük görünüyordu. O lahza yetişmeseydim eğer sonrasında başımıza gelecekleri düşündükçe kalbime iğneler batar, akıl tasım kafamdan fırlayıp dünyada dehşet denilen ne varsa hepsi bir anda beynime üşüşür. Ve o anda Sezai Karakoç’un, “Çocuk düşerse ölür çünkü balkon/Ölümün cesur körfezidir evlerde” dizeleri düşer aklıma.
*
O günü hatırladığım için tekrar ürperdim. İçeri girdim. Kitaplarımı taşıyan “Kobo”mu açtım, Sezai Bey’in “Balkon” şiirini buldum. Okumaya başladım:
Çocuk düşerse ölür çünkü balkon
Ölümün cesur körfezidir evlerde
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların
Anneler anneler elleri balkonların demirinde
İçimde ve evlerde balkon
Bir tabut kadar yer tutar
Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen
Şezlongunuza uzanın ölü
Gelecek zamanlarda
Ölüleri balkonlara gömecekler
İnsan rahat etmeyecek
Öldükten sonra da
Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeğe gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların
*
Hıristiyanlık, insanlığa vadettiği “Tanrının krallığını” kuramayınca, buna alternatif olarak modernlik bir “yeryüzü cenneti” olarak sunuldu insanlığa. Birey aydınlanacak, doğuştan iyi ve akıllı olan insanlara, doğru yol gösterilecek, bilim dinin yerine geçecek, herkes çok iyi eğitilecek, cehalet ortadan kalkacak, dolayısıyla kötülük silinip gidecek, yeni mekanlar yaratılacak, doğa insanın hizmetine girecek, refah düzeyi yükselecek, böylece herkes “yeryüzü cennetinde” güler yüzlü, mesut yaşayacak… Bu fikir çok çekici geldi herkese. Ona karşı çıkan ender insanlardan birisi olan Dostoyevski bas bas bağırmaya başladı; “etmeyin eylemeyin, insan pis bir yaratıktır, iyilik ve kötülük, karanlıkla aydınlık zıt kutuplar halinde çarpışır içinde, her defasında kötülük baskın gelir; ona ne sunarsanız sunun ne kadar uğraşırsanız uğraşın tatmin olmaz, bu yüzden dünyayı ‘yeryüzü cennetine’ çevirmeniz imkansızdır” dedi. Büyük yazarın sesi çağları delerek hâlâ yankılanıyor semada ama çi fayda?
Zaman hızlandı. Mutluluk, ufuk çizgisinin orada insanlığı bekliyordu. Yapacağımız tek şey ona koşmaktı. Onun adı “çağdaş uygarlık”tı, Batı o uygarlığa çoktan ulaşmıştı, o halde dünyanın geri kalan “vahşi”, “barbar” topluluklarının da şöyle bir silkelenebilirlerse o “uygarlığa”varmamaları için hiçbir sebep yoktu. “En hakiki mürşit” bilim, yol göstermek için emrine amadeydi insanlığın.
Acele etmeliydik. Zira Doğunun kadim uygarlıklarının harabelerinin yanına yöresine yatay inşa edilmiş çoğu toprak damlı balkonsuz evlerin damlarında baykuşlar ötmeye başlamış; Batı’nın dikine inşa edilmiş çoğu balkonlu modern binalarının çatılarındaki bacalardan, fabrika misali dumanlar tütüyordu öbek öbek.
Batılılar Doğu’ya, Doğulular Batı’ya doğru sefere çıktılar. Batılılar Doğu’dan yükselen ışığı görmeye gelirken, Doğulular Batılıların yaktığı “aydınlanma meşalesini” kapmak için birbiriyle yarışmaya başladı.
Sonra harp çıktı, harp cihanı sardı. Arkasından bir harp daha… İnsanlık bir süre sonra “kapitalist ihtirasın” yeryüzünü cennete değil de cehenneme çevirdiğini anladı ama biraz geç anladı. Bunu da edebiyata borçluyuz biraz. “Ütopya” edebiyatına karşı “distopya” edebiyatı gelişti. Distopyada ironi vardı, yaşanan büyük hayal kırıklığı vardı. George Orwell, Aldous Huxley gibi yazarlar hem kapitalistlerin hem de komünistlerin vaat ettikleri “yeryüzü cennetinin” sakat bir fikir olduğunu söylemeye başladılar yüksek sesle. Modernliğin aksak ruhunu kavrayıp onun ipliğini pazara çıkarmak bir avuç romancı çırpınıp durdu.
İşte Sezai Karakoç’un “Balkon” şiiri de bizden, “yeryüzü cenneti” denilen modernliğe bir reddiye olarak çıktı ortaya. Bir sitemdir aslında bu şiir. Sisteme güçlü bir eleştiridir. Ama sosyolojik bir eleştiriden çok ontolojik, yani “varoluşsal” bir eleştiri…
Şair şiiri 1957 yılının yazında Balıkesir’de yazmış.
*
Tekrar balkona çıktım. Balkonda gördüğüm evlerin tümü balkonlu… Büyük çoğunluğu depremde yıkılıp yeniden inşa edilmişler; gıcır gıcır hallerinden belli… Gözümün gördüğü beton denizi eskiden “Van bağları”ydı, Kürtçede “rezên Wanê” deniyordu onlara… Urartular devrinde Kral Minua’nın Başet Dağı eteklerindeki pınarları bir kanalda toplayarak Van’a getirdiği su, halk tarafından “Şemîran kanalı” olarak bilinir. Hakkari’de söylenen Kürtçe bir şarkıda “Şemîranê co çêkirin/Rezên Wanê avî kirin” (Şemîran kanal inşa etti/Van bağlarını suladı) diye geçer. İşte vaktiyle meyve bahçeleri, üzüm bağları olan balkondan gördüğüm o verimli düzlükte yatay inşa edilmiş, balkonsuz çok şirin evler vardı, Van’a ilk geldiğim 1970’li yıllarda bile çoğu yeşilliklerin içinde kaybolmuş o güzelim evleri ben de görmüştüm.
Muhtemelen benim Van’da gördüğüm o mimarinin aynısını ki dışa açılmayan balkonsuzluklarıyla mahremi kapatırlardı; Sezai Bey de 1957 yılında maliye müfettişi olarak bulunduğu Balıkesir’de görmüştü. Sadece burada değil, o tarihlere kadar memleket sathına yayılan mimari tarz boydu. Henüz Batının icadı, yüksek katlı, dikine inşa edilmiş, depreme dayanıksız, balkonlu apartmanlar bütün şehirlerimizde tam anlamıyla pıtırak gibi bitmemişlerdi.
*
Newroz günü yazıyorum bu yazıyı; Van’da hava hâlâ soğuk. Üşüdüm balkonda, tekrar içeri girdim. Buraya gelirken uzun yol boyunca okuduğum Sezai Karakoç’un hatıralarında “Balkon” şiirine dair yazdıklarını açtım tekrar, okumaya başladım.
Sezai Karakoç 1957 yazında Balıkesir’deyken “yan yana akan iki ırmak gibiydik” dediği Cemal Süreya da Eskişehir’dedir. Mektuplaşıyorlar. Sezai Bey gönderdiği bir mektubun içine o sırada yazdığı “Balkon” şiirini de koyar, arkadaşına gönderir. Belki de şiiri yazandan sonra, Cemal Süreya “Balkon”u okuyan ilk kişidir.
Sezai Karakoç talebeyken tanıdığı Muzaffer Erdost o sırada Ankara’da çıkan “Pazar Postası”nın sanat-edebiyat sayfalarını yönetiyor ve her sayısını Sezai Beye de gönderiyor. Gelen yeni sayıda, Cemal Süreya’ya gönderdiği mektubun bazı parçaları eşliğinde “Balkon” şiirini görür Sezai Karakoç hayretle. Görür görmez dergiye şiiri gönderenin Cemal Süreya olduğunu anlar. Çok kızar. Sezai Bey o sırada kendi fikrine yakın hiçbir dergi olmadığı için şiirlerini hiçbir yerde yayınlamıyor. Siyasi düşüncesinin daha yakın olduğu sağcı dergilere bile şiirlerini göndermezken, Pazar Postası gibi solcu bir dergide şiirinin yayınlanmasını “facia” olarak görür. Kurşun yemiş gibi olur. O kızgınlıkla oturur, dostu Cemal Süreya’ya çok sert bir mektup yazar. Aradan bir iki gün geçer, yazdığı sert satırların ağırlığı çöker üzerine, üzülür. Ama yapacak bir şey yok, mektup postaya verilmiş bir kere. Ona göre Cemal Süreya’nın yaptığı bir hataydı, ona sormadan şiirini kendi fikrine uzak solcu bir dergiye göndermişti, göndermeden önce mutlaka danışmalıydı kendisine; bunu yapmamış, bir kabahat işlemişti ama o da çok sert bir mektup yazmakla hata yapmıştı, bir sitemle rahatsızlığını iletebilirdi, bir daha böyle bir şey yapmamasını isteyebilirdi dostundan ama o çok ağır bir mektup yazmayı tercih etmiş, böylece yılların sıkı dostluğunun köküne kibrit suyunu dökmüştü! Ardan birkaç gün geçer, Sezai Bey’in Cemal Süreya’ya gönderdiği mektup geri gelir. Meğer o kızgınlıkla adresi yanlış yazmış. Çok sevinir. Bu kez oturur, yeni bir mektup yazar, “sana çok ağır bir mektup yazmıştım, öfkeyle yazdığım için adresini yanlış yazmışım, geri geldi, senden ricam bir daha benden habersiz böyle bir şey yapma” gibi şeyler söyler dostuna. Araya zaman girmiş, şair biraz yumuşamış demek.
Pazar Postaı’nda çıkan “Balkon” şiiri çok beğenilir, Cemal Süreya ile Muzaffer Erdost yeni şiirlerini dergiye göndermesi isterler ondan. O da kabul eder ve artık Pazar Postası’nın her sayısına bir şiir veya bir yazı verir. Sezai Bey’in verdiği bilgiye göre Muzaffer Erdost’un yönettiği sanat-edebiyat sayfaları dergiden bağımsız, içinde bir forma halinde veriliyor, dergiyi alanlar o formayı çıkarıyor, gerisini atıyordu. “Balkon” şiiri ve edebiyata dair yazdıkları tartışmalara yol açar, yankılanır.
Cemal Süreya sadece ondan izinsiz şiirini dergiye gönderme kabahatini işlememiş, şiirde geçen “ev” kelimesini “el”, “uzanır” kelimesini de “uzanıp” diye değiştirerek kabahatin daha büyüğünü işlemişti. Şiir bu şekilde bilindi, birçok antolojiye bu şekilde girdi, ta ki Sezai Bey şiirlerini bir kitapta toplayıncaya kadar, ancak o zaman “Balkon” şimdiki halini alır.
Cemal Süreya bu şiirden sonra “Deformasyon” diye bir yazı yazar ve “yeni bir şiirin” dolayısıyla “yeni bir akımın” doğumunu müjdeler; bu yeni akıma örnek diye de Sezai Karakoç’un “Balkon” şiirini gösterir. Arkasından Muzaffer Erdost yazdığı bir yazıyla bu yeni akıma “İkinci Yeni” ismini takar.
Sezai Karakoç’a göre Cemal Süreya “biçimden” yola çıkarak “hata” yapmıştı. Muzaffer Erdost da “bilir bilmez” bu “yeni şiire” “İkinci Yeni” ismini takmıştı. Oysa Sezai Bey’e göre şiirde “biçimden” önce “özde” bir değişim vardı. Erdost da bu “özü” anlamadığı için “anlamsız” ve “rastlantısal” gibi sıfatlarla nitelendirmişti onu. Oysa Sezai Bey’in yazdığı şiir ne “anlamsız” ne de “rastlantsal”dı. O, bu yeni şiiri “özüyle biçimiyle değişik”, “yeni gerçekçi” yani “neo realist” şiir olarak tanımlıyordu.
Bundan sonra “yeni şiir”, şimdiki adıyla “İkinci Yeni” üzerine yoğun bir tartışma başlar. Özle biçim üzerine uzun, çok uzun bir tartışmadır bu… Bu tartışmalar şiirin gelişmesini sağladığı gibi şiir üzerine düşünme yolunu da açtı bu memlekette. Sezai Bey’e göre “İkinci Yeni” denilen bu şiirin adı yanlış konulduğu gibi, kendi şiiri ile bu şiir arasındaki “ortak nokta” ve şiirinin “İkinci Yeni”den farkı da “pek anlaşılmadı,” ve bu “anlaşılmama”hali bugün de sürüyor.
*
Peki, “İkinci Yeni”nin öncü şiirlerinden biri olan “Balkon”un derdi, tasası nedir? Yetmiş yedi seneden beri neden bu kadar sağlam durmuş bir şiirdir “Balkon”?
Bu şiirin yazıldığı yıl modernliğin her şeyi öğüten bir makine gibi memleket topraklarına yayıldığı yıllardır. Devlet okullarında okumuş aydınlar; yazdıkları romanlar, besteledikleri müzikler, tuvale yansıttıkları resimler, geliştirdikleri projeler, eğitim seferberliği, inançlara bakış, kılık kıyafet, kadının toplumsal hayata katılması, köy kent ayrımı gibi mühim meselelerde halktan ayrılıyor, kendilerini “aydınlanmanın neferleri”, halkı da karanlıkta kalmış, “kurtarılması gereken” çaresiz yığınlar olarak görüyordu. Yeni olan ilerici, eski olan gericiydi. Toplumu baştan ayağa yenilemek, ona tiril tiril modern bir yeni libas giydirmek kutsal bir vazifeydi. Modern şehirler kuracak, kafaları bilimin ışığıyla aydınlanmış nesiller yetiştirecektik. Her halimizle Batılı olacaktık.
İnsan bu; doğusunu aşağılar, batısına özenir!
İşte Türk entelektüel hayatında bu “hesapsız, gemlenemez Batı hayranlığına” karşı çıkan ender şairlerden birisidir Sezai Karakoç. O dönem yazdığı şiirlerde hep bu dertle meşgul olur. Ona göre modernlik hem toplumu hem de bireyi değiştiriyor, bu da mecburi bir yeni tasavvur, yeni bir ifade tarzı ortaya çıkarıyor. “Balkon” şiiri bu modernist anlayışın eleştirisidir. Köylülerin akın akın şehirlere gitmesi, şehirlerin yatay mimariden vazgeçerek diken mimariye yönelmesi, o apartmanlarda ortaya çıkan yeni hayat, insanın topraktan ayağının kesilmesi, mahremiyetin kaybolması, komşuluğun yok olması, güvenlik, trafik gibi sorunların çocukların ayaklarını sokaktan kesmesi, arkadaşlık ilişkilerinin bozulması, insanın tabiatla ilişkisinin kesilmesi, “yandaki komşunun”, “alt veya üste komşu” haline gelmesi, evlerden dışarıyı görmek için “balkona” çıkma ihtiyacının hissedilmesi, kısaca yeni şehir hayatının insana dayattığı mimari tarzın eleştirisidir bu şiir…
Şiir ilerledikçe ürkütücü bir hal alır. Gün gelecek, modernlik her yeri derme çatma koca bir şehir yapacak, insanlar ölülerini gömecek bir yer bulamayacak, betondan, demirden yapılma dikine evler onlara mezar olacak, haliyle tabiattan kopuş, yaşarken olduğu gibi öldükten sonra da devam edecek. Şair bu distopik tutumunu şiirde şöyle açıklar:
“Gelecek zamanlarda
Ölüleri balkonlara gömecekler
İnsan rahat etmiyecek
Öldükten sonra da”
İlk önce Yevgeni Zamyatin “Biz”; ondan ilhamla George Orwell “1984”, Aldous Huxley “Cesur Yeni Dünya” romanlarında, Sezai Bey’den önce bu fikri dile getirmiş, “yeryüzü cennetine” başkaldırmış, bizden biri ilk defa bir şiir aracılığıyla bu büyük yazarların kervanına katılıyordu.
Gün gelecek, insanlar ölülerini balkonlara gömmek zorunda kalacaklar! Ne dehşet verici bir gelecek öngörüsü ya rab!
O halde ne yapmak lazım?
Sezai Karakoç, Dostoyevski gibi “umutsuz” değildir. O “Diriliş”e inanıyor. Heybesinde hep bir avuç “umutla” dolaşır. Muştucudur çünkü. Bütün yazdıklarını Allah’a olan inancından devşirmiştir. Bu yüzden o bir arayış şairidir. Sağa sola çarpa çarpa mimarlar arıyor büyük bir coşkuyla; evleri balkonsuz yapan mimarlar! Yaşadığı sürece arayıp durdu. Buldu mu? Buldu denemez ama yine de Allah’tan umut kesilmez!
*
Yazı bitti, tekrar balkona çıktım. Siyasi partilerin seçim propagandası yapan araçları geçiyordu vızır vızır caddeden. Bangır bangır müzik çalıyorlardı.
Daha yaşanır bir şehre dair tek laf yoktu bu kuru gürültünün içinde.
- Cesaret, iki kadın, iki şair2 gün önce
- Reçel yapar, dantel işler, örgü örer, roman yazardı5 gün önce
- Kitaplar bize ne yapar?1 hafta önce
- Arkadaş hafızasında saklanan "emanet" şiir1 hafta önce
- Köpek tehciri de onların eseri!2 hafta önce
- Bazı günler…2 hafta önce
- Kim yaşıyorsa öksüz değilsiniz?3 hafta önce
- Nemrut, İbrahim ve tarihimizde bir çiğköfte vakası3 hafta önce
- Ben ne dedim, alim ne anladı!4 hafta önce
- Can Yücel kartpostal şairi değildir!1 ay önce