Davutoğlu'nun Brüksel stratejisi
“4 yıl boyunca dışişleri bakanlığı yaptım. Görev sürem içerisinde Washington’dan sonra en çok hangi başkenti aradım tahmin edin bakalım? ‘Berlin’ mi dersiniz, iyi tahmin ama doğru değil. İkinci tahmininiz hangisi? Paris mi? Bu kez çok yaklaştınız ama yine yanıldınız. 4 yıl boyunca en çok aradığım başkent Ankara oldu. Ankara’yı aramamın en önemli nedenlerinden biri de buradaki mevkidaşımın zeki, hitap kabiliyeti yüksek, her konuda öneri sahibi ve her soruya da verecek bir cevabı bulunan Ahmet Davutoğlu olmasıydı...’’
Yukarıdaki alıntı kimden dersiniz? Size belki de ilginç gelecek, yukarıdaki tespitin sahibi geçen yıla kadar İngiltere’nin dışişleri bakanlığını yapan William Hague. Hague’in önceki gün Daily Telegraph Gazetesi’nde yayımlanan makalesi bu sözlerle başlıyordu. Makalesinin devamında yer yer gaflete kapılsa da Hague, neticede Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye bir kader ortağı olarak bakmak mecburiyetinde olduğunu savunuyor. Dahası, Türkiye ile AB arasında bulunacak bir imtiyazlı ortaklık formülünün, ülkesi İngiltere’ye de uygulanabileceğini söylüyor.
Nitekim bu makalenin yayımladığı gün Brüksel’deki Türkiye-AB Zirvesi’nde yaşananlar, Hague’in hem Davutoğlu hem de Türkiye-AB ilişkileri bağlamındaki haklılığını gözler önüne serdi.
Zirveden bir gün öncesine kadar bile AB başkentlerinin üzerinde kapkara bulutlar dolaşıyordu. AB liderleri Türkiye’yle yapılacak zirvede mülteci krizinden çıkış için makul bir çözüm bulma noktasında biçare bir hale düşmüş, enseyi karartmışlardı. Makul bir çözümün bulunamaması ise Avrupa’nın kıyameti anlamına geliyordu.
Ya Türkiye’yle bir çözüm formülü bulunacaktı ya da AB’nin temelini teşkil eden Schengen çökmeye mahkûm edilecekti. Bir AB yetkilisi, bu ihtimalin altında yatan gizemli tehlikeyi şu sözlerle anlatıyordu: “AB, üye ülkelerin vatandaşlarına ‘Artık Schengen yok’ türünden bir açıklamada bulunamaz. AB böyle bir sonucu kabullenmek zorunda kalırsa bu Papa’nın Hıristiyanlara ‘Meğer Tanrı yokmuş!’ demesinden farksız olur.”
Hiç şüphesiz Avrupa’nın böyle bir kıyamete sürüklenmesi Türkiye’yi de derinden sarsardı. Türkiye, Suriye’deki insani trajedi karşısında işbirliği yaparak sorumluluk almaya gönüllü tek partneri AB’yi de kaybederse bu Suriyeli mazlumların ölümden kaçarken sığınabilecekleri tüm güvenli limanların da yok olması anlamına gelirdi.
Neyse ki Davutoğlu, karamsarlığın da zirve yaptığı Türkiye-AB Zirvesi’ne gayet hazırlıklı gitti. Brüksel’de masaya koyduğu; hem Suriyelilerin umut yolunda boğulmasını ve düzensiz göçün Schengen’i, dolayısıyla AB’yi de yok etmesini engelleyecek hem de Türkiye’nin artık AB nezdinde bir stratejik ortak olarak benimsenmesini sağlayacak formülle Avrupalı liderleri büyük bir şaşkınlığa uğrattı.
Almanya Başbakanı Angela Merkel de zirve sonrası yaptığı, “Türkiye’nin önerisi, Avrupa Birliği’ni büyük bir kısırdöngüden kurtaracak” açıklamasıyla bu formülü sahiplendi. Oysa çok değil daha birkaç ay öncesine kadar da Merkel, Türkiye’nin AB’deki en katı muhalifi konumundaydı. Davutoğlu’nun zekâ dolu hamlesi sayesinde Merkel de gardını düşürmek zorunda kaldı ve ilk kez Avrupa Birliği’nin istikrarının doğrudan Türkiye’ye bağlı olduğu realitesini kabullendi.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “olmazsa olmaz” desteği ve Başbakan Davutoğlu’nun uyguladığı akıl dolu strateji sayesinde artık AB-Türkiye ilişkilerinde gerçek bir paradigma değişiminin arifesinde olduğumuzu söyleyebiliriz.
Yazımızı Fransız siyaset dehası Richelieu’den bir alıntıyla tamamlayalım. Richelieu, “Lider yönettiği devletin potansiyelinin kölesidir. Liderin yasası ise devletin çıkarıdır” der. Davutoğlu, Brüksel’de sergilediği çözüm üreten akil devlet adamı vasfıyla Richelieu’nün işaret ettiği “potansiyel ve çıkar yasası” dengesini mükemmele yakın düzeyde kullanıp topu AB sahasına bıraktı diyebiliriz.