Yumruk ne zaman meşru olur
Türkiye’de şöhreti tattığım o 15 dakikada çıktığım bir gece kulübünden sonra flaşlar patlamasının şaşkınlığını ve öfkesini yaşadım. Benden çok daha tecrübeli ve şöhretli bir tanıdığıma bu durumla nasıl baş ettiğini sorduğumda aklımdan geçenleri okuyor gibiydi. “İçkilisin, gecenin bir saati olmuş, kapıdan çıkıp evine gitmek istiyorsun ve karşında paparazzi’yi görüyorsun,” dedi, “ve içinden bir yumruk patlatmak istiyorsun.” Ama patlatamıyorsun tabii ki. Karşındaki seni ne kadar kışkırtsa da, o yumruk o an için ne kadar haklı olsa da kendini tutmak zorundasın çünkü şiddete başvuran anında haklıyken haksız duruma düşer. En azından böyle öğretildik.
Hayatta sözün bittiği anlar da var elbette, ama meşru şiddeti kullanma tekeli devlete ait ve bireyler olarak kendi güvenlik politikamızı uygulama lüksümüz yok. Pek çok liberal demokraside yasa bireyin şiddetini sadece kendini savunma anlamında meşru kılıyor. Paparazzi’nin flaşının insanın gözünü alması ya da sahnede bir komedyenin yaptığı şaka bireyin kendisini yumruklarıyla savunmasını gerektirecek kadar ağır tehditler değil. Herhangi bir mahkemede bu savunma yerle bir olur. Yine de yasalarla kamuoyu önünde yargılanmak aynı değil.
NAZİ YUMRUKLAMAK
Will Smith’in tokadıyla ikiye bölünen Amerikan kamuoyu bundan birkaç sene önce de “Neo-Nazi” olarak bilinen Richard Spencer’ın yumruklanmasını tartışmıştı. Trump’ın seçmenleri arasında yer alan, ırkçı, kadın düşmanı aşırı-sağ hareketin lideri olan Richard Spencer bir televizyona söyleşi verirken yandan geçenlerden biri okkalı bir yumruğu suratına indirmişti. Spencer yumruktan şikayetçi olmadı, “yanlış zamanda yanlış yerde olduğunu” söyledi.
Hakikaten de yanlış yerdeydi. 2017’de Trump’ın göreve geldiği gündü ve Washington, D.C. aşırı sağın gücüyle iktidara gelen yeni başkanı protestolarla karşılıyordu. O sene Amerika’da ciddi bir Nazizm korkusu yaşanıyordu. Gamalı haçlı bayraklar görünür olmaya başlamış, ırkçı KKK grubu Trump’ı desteklemiş ve bu destek kabul görmüş, adeta ölü ya da görünmeyen aşırı hücreler ayaklanmış ve can almaya başlamıştı. Bastırılmış ırkçılık ayyuka çıkmıştı. Spencer gibiler de toplumdaki bölünmeyi körüklüyor, azınlıkları düşmanlaştırıyor, demokrasiye tehdit oluşturuyordu. Özellikle azınlıklar kendilerini huzursuz hissediyor, geleceklerinden, çocuklarının güvenliklerinden, ülkelerinde barış içinde yaşayabilme ihtimalinin ortadan kalkmasından endişe ediyordu. Sıradan veya içi boş bir korku da değildi bu, tehdit gözle görülürdü.
Protestolar sırasında Spencer’ın suratına inen yumruk demokrasinin gidişatından endişe duyanların içine su serpti. Yine sözün bittiği bir andı sonuçta. Dahası, Naziler konuşarak anlaşılmayacak, aynı masaya oturulmayacak terörist bir gruptu. Yumruk anladıkları dilden bir yanıt, hadlerini bildirmekti.
Şiddet içermeyen sivil direnişin öncülerinden Gandhi ya da Martin Luther King, Jr.’ın kitabına göre Nazi de olsa hiç kimseye yumruk indirmemek gerekir. Ama pasif direniş demokrasinin işlediği, devletin kendinden ya da uygulanan şiddetten utandığı durumlarda fayda yarar. Selma’daki yürüyüş sırasında polisin saldırısına uğrayan King ve takipçilerinin televizyonda dövülme görüntüleri Amerika’da eşit haklar hareketinde milat olmuştu. Çünkü başta Amerikan Başkanı polisin şiddetinden utanmıştı, utandırılmak zorunda kalmıştı. Totaliter rejimler pasif direnişçinin üzerinden buldozerle geçer, yok eder. Nazilerin utanma güdüsünün olmadığını biliyoruz.
King’in aksine şiddete karşı olmayan, kendini savunmak için şiddetin bazen gerekli olduğunu, hatta bu durumu kendini savunma değil, “zeka” olarak yorumlayan Malcolm X var. Onunla Martin Luther King, Jr’ın benzer amaç için farklı yollardan yürüdükleri düşünülse de hayatlarının son yıllarında birbirlerine daha fazla yakınlaşmışlardı. King pasif direnişin her zaman sonuç vermeyeceğine inanmaya başlamış, Malcolm X de şiddetin tek çözüm olmadığını düşünmeye başlamıştı.
TEHDİT GERÇEK Mİ
Meşru şiddet hakkının devletten bireye geçtiği anlar konusunda filozoflar da tam kararlarını verebilmiş değil. Tiranlık altında pasif direnişin değil, şiddetin işe yarayabileceğini düşünenler var. Topluma yönelik tehdide veya bu tehdidin büyüklüğüne göre şiddetin ahlaki olarak kabul edilebilir olduğunu savunanlar da. Nazizm bireyin varoluşuna doğrudan tehdit olduğu için kendini savunma adına şiddete başvurması meşru kılınabilir bu görüşe göre.
Nazilerin toplum için büyük bir tehdit oluşturdukları, gücü ellerine geçirdiklerinde yetişkin-çocuk demeden kıyım yapacaklarına şüphe yok. Bu durumda yılanın başını büyümeden koparmak kamu yararı ve toplumun refahı için iyi bir hamle mi? Bütün bu soruların yanıtı iyiyi ya da kötüyü kimin tanımladığına, tehdidin büyüklüğünü kimin ölçtüğüne bağlı.
Trump’ın seçilmesinin mimarlarından Steve Banon verdiği bir söyleşide “alt-right” olarak bilinen aşırı sağ hareketi liberallerin, Hillary Clinton’ın önüne dikkat dağıtma malzemesi olarak attıklarını söylüyor. Toplumun bir kesimi öfkeye sürükleyen bu tehdit liberallerin bütün enerjisini ve konsantrasyonunu üzerinde topladı. Trump ise ezilen, eğitimsiz, fakir veya zengin olmak isteyen ortalama insanın bıkkınlığına ilaç olacağını vaat ederek seçildi. Banon gibilere göre ABD’de hiçbir zaman sanıldığı gibi bir Nazizm tehdidi yoktu ama inandırıldı. Amiyane tabirle bir kesim oltaya geldi, enerjisini bu olmayan tehdide harcayarak seçimi kaybetti.
Dünya tarihi önceden tahmin edilememiş, öngörülememiş, hafife alınmış tehditlerin nasıl teröre dönüştüğünün örnekleriyle dolu. Bu durumda da erken yol almak faydalı olabilir. Çağımızda liberal demokrasiye neyin evrensel tehdit olup olmadığını kestirmek de o kadar güç değil. Bir Nazi’ye sokakta yumruklamakla sahnede komedyen dövmek de birbirine eşit durumlar değil.