"Biz kaç kişiyiz" sorusunun yanıtı belli oldu: 1.5 milyon insan
Korsanın bu kadar yaygın olduğu, telif haklarının neredeyse hiç uygulanmadığı Türkiye’de Netflix’in bir buçuk milyon aboneye ulaşması şaşırtıcı bir başarı. Oysa daha birkaç ay önce acaba Türkiye pazarından çekilecek mi diye tartışılıyordu. Önceki gün Habertürk’te Necdet Çalışkan şirketin Türkiye’deki iletişim müdürü Artanç Savaş’la söyleşi yaptı, hızla büyüyen abone rakamlarını ve Netflix’in Türkiye’de nasıl kalıcı olacağını yazdı.
Bu bir buçuk milyon insan iyi içerik için cebinden para vermeye razı, iyi içeriği maddi olarak desteklemeye gönüllü, bilgiye aç ve bu ihtiyaçları tam olarak karşılanmayan insanlar.
BİLGİYE AÇ BİR KİTLE
Mesele sadece Netflix’le de sınırlı değil. Eskiden İstanbul’da birçok panel, söyleşi, imza günü yapılırdı ve neredeyse sokaktan insan bulunarak ancak salon doldurulurdu. Bir zamanlar Yapı Kredi Yayınları’nın toplantılarını hatırlıyorum, kıymetli beyinler neredeyse beş-on kişiye konuşurdu salonlarda. Şimdi ise bu gibi söyleşi, toplantı, panellerin sayısında epey artış var. Daha da önemlisi profesyoneller bu gibi etkinliklere ceplerinden para vererek, bilet alarak gidiyor.
Bugünlerde İstanbul’da kiminle konuşsam yeni bir gazete çıkarmaktan bahsediyor mesela. Ne zaman olur, kim yapar, bilmiyorum ama herkesin kafasında ölü haldeki Hürriyet’in yerini alacak bir hayal var.
Belli ki ortada bir bilgi açlığı, bir talep var ve bu arzı karşılamak için birileri girişimde bulunuyor. Mesela Amerika’da birçok ünlü isimin “ders” verdi dijital platform Masterclass’ın bir benzeri Türkiye’de de kuruldu. Aaron Sorkin’den senaryo yazma, Bob Iger’dan liderlik, Anna Wintour’dan patronluk, Margaret Atwood’dan yaratıcı yazarlık dersi almak mümkün belli bir abonelik karşılığında. Bizde de kamuoyunun bildiği birkaç isimle aynı mantıkla kurulan bir platform faaliyete geçti. Gerçi keşke orijinal bir fikir olsaydı, bu kadar aleni araklamasalardı ama bu ayrı bir tartışma. Önemli olan bu bilgi açlığını karşılamak için birilerinin ellerini sıvadığı.
Bu arz durup dururken oluşmadı elbette. Toplumsal şartlar ve siyasi iklim de belirleyici oldu bilgiye aç kitlenin oluşmasında.
Tutmayacağı öngörülen, ücreti pahalı bulunan Netflix’in başarılı olmasının nedenleri arasında Türk televizyonlarının vasata teslimiyeti, üçer saatlik dizilerden insanların sıkılması, RTÜK’ün her türlü yaratıcılığa engel olması, “Çukur” gibi sıradanlığın arasından sıyrılan işlerin cezalandırılması önemli etkenler. Öpüşme, sevişme sahnelerine gösterilen tepkinin de bu insanlarda bir karşılığı yok işte.
Dünyada da alternatif bir platform olarak kurulan, bir dizinin bütün bölümlerini aynı anda yayınlamasıyla izleyici alışkanlıklarını değiştiren Netflix bizde de bir açığı dolduruyor. Giderek daha fazla insanın daha çığır açıcı işlere yöneleceği de ortada. Netflix izleyerek eşcinsel olmaktan korkan Akif Beki bir kişiymiş meğerse, Netflix izleyenlerse bir buçuk milyon.
Bir buçuk milyon abone yapay muhafazakar dayatmayı reddediyor. Türkiye’nin hep kendine özgü bir yaşam tarzı, muhafazakarlık anlayışı olmuştu zaten. Ancak “11 ay içki, bir ay oruç” diye özetlenecek bu hibrid model son 10 yılda ivme kaybetmiş gibiydi. En azından siyasette ayrım sağ ve daha sağ olarak kaymış, muhalefet de oy almanın ancak muhafazakarlaşmaktan geçtiğine ikna olmuştu.
SİYASETTE MUHAFAZAKARLIK AZALIYOR
Ali Babacan’ın çıkışını değerlendiren Mehmet Barlas kendince dalga geçiyor, ama önemli bir noktaya temas ediyordu önceki gün. “Sanki Besim Tibuk’un yanında Liberal Demokrat Parti’de siyasete başlamış gibi konuşuyor,” diyordu Babacan için. Oysa bu bilinçli bir tercih, bir strateji; kendi geçmişini inkar ya da kendi kendini yenicen icat etmek değil. Ali Babacan ve etrafındakiler muhafazakar söylemi sahiplenerek kendilerine yer açamayacaklarını bildiğinden şehirli seçmene yöneliyorlar. Aynı medyada olduğu siyasette de bu alanda açık var çünkü mevcut seçenekler yeterli değil. Bu bir buçuk milyon insan temsil edilmeyi bekliyor.
90’ların ortasında da Türkiye’de böyle bir boşluk vardı. Deniz Baykal ve Mesut Yılmaz o meşhur blue jean’li fotoğraflarıyla kendilerini “genç” alternatif olarak sunuyorlardı. Kadın başbakan, özel radyolar, İstanbul Film Festivali, stadyum konserleriyle Türkiye dönüşüyordu. Mesela Sabah grubu Yeni Yüzyıl gazetesini tam da bu insanları hedef alarak çıkarmıştı; sadece İstanbul Film Festivali’ne giden insanlar alsa gazete var olabilecekti ve uzun süre de böyle sürdü. Zamanın ruhu liberal rüzgarlardan yanaydı.
Yıllar sonra AK Parti’nin çıkışında da etkili olan zihniyet o yıllarda popülerleşti, siyasete ve medyaya hakim oldu. Elbette birkaç sosyolojik neden var, tek biriyle açıklanamaz Türkiye’nin yaşadığı değişim. Ama 90’lı yıllardaki “yeni” arayışının da azımsanmayacak bir etkisi vardı.
Dün İstanbul Film Festivali’nde satılan biletler, bugün Netflix abonelik rakamları. Okuyabilene geleceğe dair ipucu veriyor.
*
Kaz gecesine dair aklıma takılan tek şey
Deniz Zeyrek takip ettiğim bir gazeteci. Ben de birçokları gibi yanıtı “sana ne” olması gereken bir tartışmada Ekrem İmamoğlu’nu “Su içti” savunmasını anlamadım. Kimin ne içtiği ya da içmediği sorgulanamaz bir konu. Tabii Zeyrek bunu “haber” uğruna da yapmış olduğunu düşünüyor olabilir. Birisinin şarap içtiği iddia ediliyorsa ve bu doğru değilse gerçeğini söylemek gereklidir.
İllaki dindar birinin içki içmesi her zaman haber değildir tabii. Gazeteciliğin yaygın kabul edilen tanımının aksine ben köpeğin de adamı ısırmasının haber olabileceğini düşünüyorum. Hangi köpek ve hangi adam olduğuna da bakar elbette.
Ama “kaz gecesi” tartışmasında ne köpek, ne adam, ne de haber var. Her sosyal medya geyiğinin de üzerine atlamak gerekmiyor.
Benim asıl ilgimi çekense bu kaz gecesini bir gazetecinin düzenlemesi. Gazetecilerin kendi meslek örgütlerinin ve mesleki kimliklerinin dışına çıkmalarının sakıncaları bu örnekle anlaşılmalı. Karslıymış Zeyrek ve Kars’ın kazı meşhurmuş; bu gazetecilerin mesleki ilişkileri dışında haber özneleriyle içli dışlı sosyalleşmelerini açıklamaya yetmiyor. Ona bakarsanız herkes bir yerli, her yerin de bir şeyi meşhur.
Gazeteci elbette haber amaçlı sosyalleşebilir, bazen iyi haber almak için haber kaynaklarıyla ilişki kurmak da önemlidir. Ama ne işi var bir gazetecinin kaz gecesi organizasyonunda? Ankara gazetecileri ise çoğu zaman bu işin ucunu kaçırıyor. Yavuz Donat yıllarında da böyleydi, şimdi aktörler değişse de kültür aynı kalmış gibi.
Kazı veya içkiyi değil, Ankara’daki bu mesafesizliği tartışmamız gerekiyor başta.