Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yakışıklı bir subaya aşık oluncaya kadar, zengin kocasının kulaklarının büyük olduğunu fark etmeyen bütün zamanların en meşhur roman kahramanı “Anna Karenina”nın ilham kaynağı; esmerliğini babasından, güzelliğini annesinden almış olan Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in kızı Mariya Puşkin’dir.

        Tolstoy, Mariya’yı görür görmez kafasının içinde dolandırdığı kadın kahramanıyla karşılaştığını görür ve hemen romanını yazmaya başlar.

        Puşkin’in kızına Mariya adını vermiş olması da sebepsiz olmasa gerek. Erken dönem ürünleri arasında gösterilen “Poemalar”ı (YKY, Çeviren: Kayhan Yükseler) arasında en meşhurlarından birisi olan “Bahçesaray Çeşmesi” bir diğer adıyla “Bahçesaray Selsebili” adlı uzun şiirinin kadın kahramanının adı da Mariya’dır.

        *

        Bütün dünya Rus yazarları içinde Tolstoy ve Dostoyevski’yi sever, Ruslar ise kendi yazarları içinde en çok Puşkin’i severler. “Puşkin’i sevmek Rusya’da bir gelenektir," çünkü tıpkı Dante’nin İtalyanlara yaptığı gibi, Puşkin de Ruslara nefis bir edebiyat dili hediye etmiştir. Rus edebiyat dilinin kurucusu kabul edilir.

        REKLAM

        Ölümüne yol açacak düelloya giderken en son, şimdi “Cafe Litteraturnia” adıyla bilinen Petersburg Nevski Bulvarı’ndaki “Wolf’s Şekercisine” uğrar. Görenler, balmumundan yapılmış bir heykelinin 180 yıldan beri o dükkanda durduğunu söyler.

        *

        Puşkin, kızı Mariya’ya geçen esmerliğini dedesinden almıştı. Annenin dedesi Abraham Petroviç Hannibal, Etiyopya’lıydı. Daha 7 yaşındayken köle tacirleri tarafından ailesinden kaçırılmış, daha sonra da Osmanlı sarayına hediye edilmişti. Saraya geldikten bir sene sonra da 1704 yılında, Rus elçilik görevlileri onu satın almış, Petersburg’u kurmuş olan Büyük Petro’ya hediye etmişlerdi.

        Puşkin; kızına geçen esmerliğini büyük dedesi olan işte bu Hannibal’dan almıştı.

        *

        Şair uçarı yüreğini Sofiya adında bir kontese kaptırdığında henüz 20 yaşındaydı. Kontes Sofiya, Polonyalı soylu bir ailedendi. Puşkin’den iki yaş büyüktü. Puşkin onu her düşündüğünde, kendini ona küçük, onu kendine büyük görüyordu. Kontes, Puşkin’i onun onu sevdiği gibi sevmiyordu, karşılıksız bir aşktı onunki ama Kontes onunla vakit geçirmekten de haz alıyordu.

        Günün birinde Kontes ona “karşılıksız aşk” üzerine kısa hayatı boyunca unutamadığı bir hikaye anlatır; “Gözyaşı Çeşmesi” hikayesini…

        Puşkin hikayeden o kadar etkilenir ki, hikayenin geçtiği mekanı görmeden oturur “Bahçesaray Çeşmesi” adıyla o meşhur “poema”sını yazar. Hikayenin içinde açtığı yaradan mı, Kontes’e üstün şairlik “hünerini” gösterme arzusundan mı bilinmez şiiri yazdıktan sonra bir efsaneyi de başlatmış olur.

        *

        “Bahçesaray Çeşmesi”ne “Gözyaşı Çeşmesi” diyen de var, “Bahçesaray Selsebili”diyen de...

        “Selsebil” kelimesi Kuran’ın “İnsan Suresi”nin 17 ve 18’nci ayetlerinde, Diyanet Vakfı’nın mealiyle şu şekilde geçer:

        “Onlara orada bir kaseden içirilir ki (bu şarabın) karışımında zencefil vardır.

        (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebîl derler.”

        *

        Kontes Sofya’nın, aşığı Puşkin’e anlattığı hikayenin baş kahramanları sonradan Dilara Bikeç adını alacak Leh prensesi Mariya ile Kırım Hanı Giray Han’dır.

        Puşkin’in uzun bir şiire dönüştürdüğü hikaye Kontes Sofya’nın ona anlattığı hikayeye ne kadar benziyor bilinmez ama bu “poemanın” yazıldığı 1824 yılından beri dünya onu halk arasında anlatılan şeklinden çok Puşkin’in yazdığı şekliyle biliyor.

        Şair o çeşmeyi görmeden onu görmüş gibi yazar şiirini. Çeşmeyi her görenin ona bir gül bırakma geleneğini de Puşkin başlatır. Poemasını yazdıktan yıllar sonra, Kafkas sürgünü sırasında gider görür çeşmeyi, şiirindeki eksiklikleri de fark eder bu vesileyle ve kardeşi L. C. Puşkin’e şöyle yazar:

        “Şiirin basılmamasını isterdim. Çünkü şiirin pek çok yerinde, çok uzun süre ve çok aptalca âşık olduğum bir kadına güvendim.”

        REKLAM

        *

        Puşkin şiirine Sadi’nin “Bostan”ında geçen “Bizim gibi nice kimseler bu çeşme başında oturmuş, sonra gözlerini kapayarak gitmişler” dizelerinin Fransızcasını kaynak alarak, “Bu çeşmeye benim gibi niceleri uğradı; ama kimileri artık yok, kimleri ise daha uzaklara yolculuk yapıyor” diye değiştirdiği dizeleri epigraf yaparak başlar.

        Puşkin’in “aptalca aşık olduğu” Kontes’ten duyduğu “Gözyaşı Selsebili” hikayesi (şiirinden özetlediğim şekliyle) şöyle:

        *

        Leh Prensesi Mariya yeni yeni serpiliyordu. Babasının tek sevinç kaynağıydı kızı. Sevgili kızının “talihi ilkbahar günleri gibi aydınlık olsun” istiyordu.

        “Baygın, gök mavisi gözleri” vardı. Eğlencelere arpıyla katılırdı. Nice soylu ve zengin onunla evlenmek istiyordu. Ama o ruhunun suskunluğunda aşkı henüz tatmamıştı. Sadece eğleniyordu şatosunda arkadaşlarıyla.

        Uğursuz bir günün sabahında Tatarlar ırmak gibi boşalır Lehistan’ın üzerine. Hasat mevsimi sonudur. Kırmaya, dökmeye, asmaya, kesmeye başlarlar herkesi. Kısa bir süre sonra her yer ıssızlaşır, şato da… Babası mezara gider, kızı da esarete…

        Genç prenses Bahçesaray haremine getirilir. Mariya ağlar, kederlenir, sararır, erir. Görür görmez ona aşık olan Giray Han ise acı çekmeye başlar. Zorla koynuna girmeye kıyamaz, bakmaya bile cesareti yoktur. Kederli kızın “sükunetini bozmaktan” korkar Han.

        “Görmüş geçirmiş, cin akıllı” Giray Han sıkıntılı, “kehribar çubuğu sönmüş elinde” harem dairesine yürür. “Aşkın yıldızı, haremin gururu”, gözdesi Zarema’sına bile uğramadan yalnızlığına çekilir. Leh Prensesi Mariya haremine kapatıldığı günden beri bu halleri yaşıyor Han, yoktur derdine derman zira karşılıksız aşktır onunkisi…

        REKLAM

        Han’ın Mariya’ya duyduğu aşk büyüdükçe, Mariya erir, küçülür. Bundan sonraki adı Dilara Bikeç’tir.

        Dilara’nın saraya girmesi Zarema’yı bitirir. Artık Han o masalsı güzelliğe sahip gözdesi Zarema’nın yüzüne bile bakmamaktadır.

        Zarema zifir karanlık bir gecede kimselere sezdirmeden Dilara’nın odasına süzülür. Ona yalvarır: “Onu benim gibi sevemezsin”, “Yanıyor hala buseleri bedenimde,” der. “Diz çöküyorum senin önünde/ Yalvarırım suçlamaya gücüm yok seni/Mutluluğu huzuru geri ver bana/Ne olur geri ver eski Giray’ı.” En sonunda da tehdit eder: “Bana bak: Seni öldürmek zorunda/Kalırsam…elim alışkındır hançere/Doğmuşum ben Kafkas yurdunda.”

        Zarema gittikten sonra Mariya sadece ölümü düşünür, Giray’ı sevmiyor ki! İstediği zaman Giray, Zerema’nın olsun! Onun tek istediği “bu kederli dünyayı” bir an önce terk etmektir. Ve o an kısa bir süre sonra gelir. Dilara odasında ölü bulunur. “İç karartıcı saray” bir anda “ıssızlaşır”. Aynı gece “haremin dilsiz muhafızları” Zarema’yı yakalar, cesedini Karadeniz’in karanlık sularına bırakır. “Ne kadar suçlu olsa bile/Çok korkunç oldu cezası.”

        Üzüntüden deliye dönen Han kendini yeni seferlere verir Kafkasya’da. Çok kan döker ama sönmez içinin yangını, “ırmak gibi sıcak göz yaşı” döker, yine döner Kırım’a.

        Bahçesaray’ın en yüksek tepesinde Dilara için bir mezar yaptırır. Aradan zaman geçer ama zaman bile aşk acısına derman değildir. Aşkını ölümsüz kılmaya karar verir, İran’ın en maharetli mermer ustasını çağırır, ona der ki, “Bana öyle bir eser yap ki kederimi dünya bilsin. Dünya döndükçe bu çeşme de benim gibi ağlasın”.

        REKLAM

        Büyük usta dediğini yapar; işlediği mermere aşkı, acıyı ve yası aynı anda kazır.

        “Ve anısına bahtsız Mariya’nın/Mermerden bir çeşme yaptırdı/Sarayın bir köşesinde bir başına öyle.” “Mermerde su ışıldıyor/Ve soğuk gözyaşlarıyla/Hiç durmaksızın damlıyor./Bir ana da yas günlerinde böyle ağlar/Savaşta can veren oğlu için./O ülkedeki genç kızlar/Bu eski hikayeyi öğrendiler/Ve bu kasvetli hazin anıta/Gözyaşı Çeşmesi dediler.”

        *

        Çeşmeyi görenler onu şöyle anlatır:

        Çeşmeyi Giray Han 1763 yılında mermer ustası İranlı Ömer Usta’ya yaptırmış. Üstündeki desen ve süsler Han’ın bitmeyen kederini ifade eder. Çeşmenin kornasına mermer oyularak yapılan lotus çiçeği, gözyaşı dolu Giray Han’ın gözünü simgeler. Üstteki büyük kurna -ki gözyaşını ifade eden kalp gözüdür- keder ve hüzünle doludur. Üst kısımdan akan gözyaşları birinci kurnayı doldurur. Bu, acının Han’ın bütün bedenine yayıldığını ifade eder. Buradan taşan damlalar iki küçük kurnaya akar. O halde;

        “Zaman, acının ilacıdır.”

        Ama küçük kurnalar dolunca su dışarı taşar ve ortadaki büyük kurna dolar. O halde;

        “Hatıralar her canlandığında, acı tekrar depreşir.”

        Buradan çıkan su, en alttaki delikten çıkarak zemindeki çarkıfeleğin üzerinden geçerek toprağa karışır. O halde;

        “Her şeye karşın hayat devam eder.”

        Çeşmenin lülelerinden mermer havuza gözyaşı gibi süzülerek akan her bir damla suyun çıkardığı ses, akustiğin de yardımıyla insana ağlama, hıçkırık sesi gibi gelir.

        REKLAM

        *

        Stalin, bir ara Bahçesaray’ın adını “Puşkingrad” olarak değiştirmeye kalkışır. Bahçesaraylılar, bütün cesaretlerini toplayarak ulu önderin bu önerisine haşa huzurdan karşı çıkarlar. “Yapmayın yoldaş, şehrin adını değiştirirseniz, o vakit Puşkin’in ‘Bahçesaray Çeşmesi’ veya ‘Bahçesaray Selsebili’ şiirinin adını da değiştirmeniz lazım gelir ki, Puşkin’in ‘Puşkingrad Selsebili’ adında bir şiiri yoktur,” derler. Stalin de vazgeçer.

        Görenler der ki Bahçesaray’daki “Gözyaşı Çeşmesi”nin yanı başında Puşkin’in bir büstü durur.

        *

        Her uzun yolculuk aslında bir aşk yolculuğudur. Bazıları yolun sonunda bekleyen sevgiliye varır, bazıları da kavuşamadığı sevgiliyle araya mesafe koymak için çıkar o yolculuğa, zira yolculuk acıya iyi gelir!

        *

        Puşkin dört yıl süren Kafkasya ve Kırım sürgününden yeni dönmüştü. Bir baloda Natalya’yı görür. Ona “Bahçesaray Çeşmesi” şiirini yazdıran Polonyalı Kontes’e nasıl aşık olduysa, bu kez de Natalya’ya aşık olur. Hemen evlenme teklif eder. Natalya ne evet ne hayır der. Cevabı belirsiz bir tarihe erteler, o kadar. Puşkin’in beklemeye tahammülü yoktur, acısını hafifletmek için orduya yazılır ve vurur kendini yollara. O sırada Osmanlı-Rus savaşı var, ordu gözlemcisi olarak 1829’da Erzurum’a kadar gelir. “Erzurum Yolculuğu” kitabı bu seyahatin eseridir. Erzurum birçok şiirine de sızar.

        REKLAM

        (…)

        Ama Erzurum öyle mi ya?

        bizim dağlı, çok yollu kentimiz

        kapılmadık biz zevkü sefaya

        yüz vermedik isyan şarabına

        günah yolundan gitmedik, gitmeyiz

        İnanç sahibiyiz, oruç tutarız

        kutsal sulardır doyuran bizi

        düşman üstüne rüzgâr gibi

        uçup gider atlılarımız”(…)

        Yolculuk sırasında bir anda karşısına Ağrı (Ararat) Dağı çıkar:

        “Var gücümle baktım bu efsanevi dağa. Yenilenme ve yaşam ümidiyle onun doruğuna yanaşan Nuh’un gemisini, biri idamın öteki barışın simgeleri olarak uçup gelen kuzgunla güvercini gördüm.”

        Ve Erzurum’da karşılaştığı bir ölüyü şöyle tasvir eder:

        “Yolda yanlamasına uzanmış yatan genç bir Türk’ün cesedi önünde durdum. 18 yaşlarında bir delikanlıydı bu. Bir kızınkini andıran solgun yüzü henüz tazeliğini yitirmemişti. Sarığı tozlar içinde, yatıyordu. Tıraşlı ensesinde bir kurşun yarası vardı...”

        *

        Dönüşte tekrar Natalya’ya gider. Çünkü yüz bulmadıkça aşk büyür, bunu biliyor. Umut şairin gıdasıdır. Yeniden evlenme teklif eder. Bu kez Natalya gönülsüzce “evet” der.

        Natalya sanattan, şiirden, edebiyattan uzak, pek güzel bir kızdır. Güzelliğinin farkındadır. Hatta Narsist bile denebilir, sadece güzelliğine aşıktır. Ona kur yapan erkeklerle flört etmeye bayılır. Bu durum da ona aşık kocası Puşkin’i çileden çıkarır. Bir süre sonra Natalya’ya Fransız asıllı Dantes’in kur yaptığı dedikodusu yayılır çevreye. Dedikodu ayyuka çıkınca da Puşkin, Dantes’i düelloya davet eder. O da kabul eder.

        REKLAM

        İlikleri donduran soğuk bir kış günü, 27 Ocak 1837’de St. Petersburg yakınlarında Kara Dere denilen bir mevkide düelloya dururlar. Puşkin’in şahidi arkadaşı Danzas’tı. Düelloda kullanacağı silahı satın almak için gümüşlerini satmıştı şair. İlk o ateş eder, Dantes omzundan yaralanır. Sıra hasmına gelince, yaman nişancıdır, onun kurşunu şairin karnına girer. Yaralı halde eve götürürler. Yara kanadıkça kanar. Henüz penisilin bulunmamıştır. Mikrop kapar yara. Acısı her saniye büyür. Tam iki gün azap çeker şair. Bağıra bağıra ölür. Öldüğünde 38 yaşındaydı.

        Şairin ölümü Rusya’nın bağrına bir hançer gibi girer. Ahali evine hücum eder, öylesine bir kalabalık birikir ki bir süre sonra hükümete karşı bir ayaklanmaya dönüşür. Çar, şairin cenazesini şehirden gizlice çıkarma emrini verir, bir gece yarısı cenazesi bulunduğu yerden adeta kaçırılarak Mihaylovskoye köyünde sessiz sedasız toprağa verilir.

        Dostoyevski’ye göre onlara gelecekten haber veren peygamberleri ölmüştü. Kendisine “Ölü Canlar” romanının ilhamını verdiği Gogol ise “Ben budan sonra kime sığınacağım” diyerek çaresizliğini anlatır.

        Arkadaşı Lermontov, ardından çok uzun “Şairin Ölümü” şiirini yazar, der ki:

        “Şair öldü! -kuluydu namusun-.

        Düştü, karalanmış, söylentilerle.

        Düştü intikam özlemiyle,

        göğsünde bir kurşun eğerek gururlu başını yere!”

        (….)

        “Şair öldü ve girdi toprağa

        O ünsüz, tatlı türkücü gibi

        sağır bir kıskançlığın kurbanı.

        Onu eşsiz bir güçle betimlemişti

        acımasız bir elin yere serdiği

        o yazgı yoldaşı ozanı..”

        Lermontov şiirinde Çar’ı da suçlamıştı. Çar Birinci Nikola şiiri okur; “Hoş dizeler… Söyleyecek söz yok!” der ve “Yasaya göre gereği yapılsın,” buyruğunu verir. Bunun üzerine Lermontov, Kafkasya’ya, Nijgorod Süvari Alayı’na sürülür.

        REKLAM

        Kadere bakın ki o da bir süre sonra tıpkı arkadaşı Puşkin gibi “isyan ettiği” bir düelloda öldürülür. Öldüğünde 27 yaşındaydı.

        *

        “Aşk; bir kişiyle felaket, iki kişiyle saadet, üç kişiyle cinayettir. Aşksız hayat ise tam bir sefalettir,” sözü Puşkin’indir.

        “Oyun bitince, şah da piyon da aynı kutuya konur,” sözü de…

        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar