Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Keşfet

26 Kasım 1954 günü Kapalıçarşı’da o büyük yangın çıkmasaydı; kadim yapının muhtelif yerlerine zamanla girmiş, yavrulamış olan kedi, fare ve emsali ayaklı sürüngen hayvanlar tutuşarak rastgele açık buldukları delik, aralık ve oyuklara kaçarak yangını geniş bir alana yaymamış olsalardı, yangın tam 28 gün boyunca devam etmeseydi, aralarında babasının dükkanı da olmak üzere tam tamına 1364 dükkan yanıp kül olmasaydı, Türkiye’de belki de şiir Edip Canver’in, aralarında “Petrol”, “Çağrılmayan Yakup”, “Kirli Ağustos” olmak üzere dokuz kitabından mahrum kalırdı.

Büyük Kapalıçarşı yangınının külünden doğdu Edip Cansever, şöyle ki:

Edip Cansever, İstanbul Erkek Lisesi’nden mezun olduktan sonra girdiği Yüksek Ticaret Mektebi’ni yarıda bırakıp babasının Kapalıçarşı’da bulunan dükkanında ticaret yapmaya başladı. İyi bir tüccar mıydı, çok para kazanır mıydı, bu soruların cevapları pek yok bir yerlerde ama işte o korkunç yangın bir anda her şeyi elinden aldı şairin. Sigortadan aldığı para, yeni bir dükkan açmasına yetmiyordu. Haftalar böyle geçti. Sonra Fatih zamanına ait Sandal Bedesteni’nin hemen ağzında yeni bir dükkan buldu ama bu kez de onu almaya gücü yoktu. Bir ortak aradı. Buldu da, yoluna Mösyö Jak çıktı.

Asma katı olan bir dükkan aldılar. Mösyö Jak şiir deyince yerinde duramayan ortağının şair hallerini ticarete bulaştırmak istememesinden mi, ondaki cevheri görüp Türk şiirine muazzam bir iyilik yapmak istemesinden mi, “elinin şiiriyle” ticarete bulaşırsa her şeyi berbat eder diye düşünmüş olmasından mıdır bilinmez; şair ortağına “sen satışları falan düşünme, asma katta çalışmana bak, ben dükkanı çekip çevirim” dedi.

O dükkanda, “Yıllar önce insanların güzel diye yaptıklarını, o güzellik karşısında şaşıran, gülen, sevinen insanlara satıyorlardı”. Antikacılık yapıyorlardı anlayacağınız.

Şair tam 20 yılını bu asma katta geçirdi. Çalışma masasıyla, “hemen üstünde gökyüzüne açılan, yazın yapışkan otları fışkıran penceresini” hiç unutmadı. Pencere, “mavi, dört köşe bir göz gibi bakardı yukarıdan. Bazen de yağmurla, yağmurun çok çağrışımlı sesiyle dinlendirirdi” onu. Orada sadece şiir yazdı.

*

İkinci Yeni şairleri arasında, şiirin üstüne “gül koklamayan” tek şairdir Edip Cansever. Pür şiir bir hayat yaşadı. Edebiyatın öteki alanlarına hiç bulaşmadı, gecesi gündüzü, işi gücü, yazı kışı, evi barkı sadece şiir oldu. “Meyhane camlarından” dışarı bakarken bile kapı, eşik önünde iyi şiiri aradı. Çoğunu buldu da… Ama gelin görün ki, 1947’de çıkan “Dirlik Düzenlik” kitabında yer alan “Masa da Masaymış ha” şiiri başına bela oldu, herkesin en çok bildiği şiiri olduğu halde o bu şiirini pek sevmedi. Çünkü hayatı boyunca bu şiiri hep peşinden koştu. Antolojilerde aynı şiir, şiirini uzaktan bilenlerin dilinde aynı şiir, bir şiiri başka bir dile çevrilecekse herkesin aklına aynı şiiri geldi.

Bir gün Ahmet Muhip Dıranas’la aynı masa buluşmuşlar. Dıranas da aynı şiirinden bahsedince, “Üstat bıktım ben bu masa şiirimden, benim başka şiirlerim de var,”dedi. Dıranas da “Eh, ben de Fahriye Abla şiirinden bıktım. Ne yapalım her şairin bıktığı bir şiiri vardır,” dedi.

*

Çok genç yaşlarda başlamış şiir yazmaya. Lisede okurken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ailesiyle komşudur, hatta üstadın ağabeyi Cansever’in velisidir. 17 yaşındayken şiir yazdığını öğrenen Ahmet Hamdi şiirlerini görmek ister. Şiirlerini alıp Tünel’deki Narmanlı Yurdu’nda onu görmeye gider. Kocaman bir çay fincanıyla kahve ikram eder ona Tanpınar. Götürdüğü bütün şiirleri okur, sonra da;

“Bu şiirler çok güzel, hepsi de güzel. Ama hiçbiri şiir değil,” der.

Cansever susar.

Ahmet Hamdi Tanpınar o gün resme bakmayı öğretir ona.

*

“Dünyanın en düz, en serüvensiz yaşayan insanlarından birisi” olarak tarif eder kendini. “İçine dönük, tedirgin, çekingen yaratığın biri.” Sigara içer, çok içer ama, arada bir kitap okuduğunu söyler. Lakin “şiir dendi mi yerinde duramaz” işte. Şiire o kadar büyük saygısı var ki, Cemal Süreya’nın demesiyle “bütün arkadaşlarını şiirden edindi”. Şiirine alkolü bulaştırmadı, içkiliyken tek bir dize bile yazmadı. Sarhoşken sanat üzerine konuşmaz, hele öldürsen şiir okumazdı.

Sabahları yazardı. İlham perisini beklemez, o periyi kendisi çağırırdı. Gece geç yatar, sabah erken kalkardı, 5-6 saat uyurdu. Kalkar kalkmaz evde bile olsa tıraş olur, dışarı çıkacakmış gibi giyinir, çalışma odasına öyle giderdi. Daktilonun başına zinhar ev kıyafetiyle oturmazdı.

Ona göre şairler ne genç ne de yaşlı olmalı. Sanatçılar bir toplumun özgül ağırlığıdır, o toplumun ortalama yaşıdır yani. Bu yüzden şairlerin yaşı yoktur.

Sanat hayattır onun için O hayat ki, “usta bir elmas yontucusu gibi” kelimeleri de “yonta yonta çok görünüşlü bir nesneye çevirir. İlk sesi verir, son sesi geri ister.”

Aynı zamanda sanatçılar bir ülkenin tarihidir, coğrafyasıdır. Tarihidir çünkü toplumlar durgunluk dönemlerinde olsun, karmaşık, güç savaş dönemlerinde olsun, ona coşku yaşatan, rengini belirleyen, havasını çizen, gerilimini ileten” sanatçılardır. Coğrafyasıdır, zira Akdeniz şiirden, romandan alır rengini…

*

Yakasına hiçbir zaman çiçek takmamış. Ama 1960’larda Çiçek Pasajı’nda kendini ve arkadaşlarını “yeni kopartılmış çiçekler gibi” hissetmiştir. “Her şeyin şiir, her şeyin dize, her şey olgunlaşmamış, adını bulamamış şiirimsilik” olduğu zamanlar. Herkesin biraz olsun geciktiği… evine, sevgilisine, yalnızlığına” geciktiği yıllar… Hüzün baş duygularıydı. “Yaz günleri sahici denizler, sahici kıyılar olurdu”. Ama sığınakları “sonbahardı, cam önleriydi, sokağa bakan…”

Bir buluşma yeridir şimdi hüzünlerimiz

Biz o renksiz, o yalnız, o sürgün medüzalar

Aşar söylediklerimizi çeker gideriz

Ülkemiz, toprağımız, her şeyimiz

Kıyısında camların bozbulanık rakılar.

Sonra sonra denizler çağırdı beni. Ama çok sonra…

Gitti o çağrının peşinden. Yıllarca denizleri dolaştı. Çeşitli balıklar tuttu. Kıyılarda midye çorbaları pişirdi, yaktığı ateşlerde balıklar kızarttı.

İşte bu yüzden, sırf bu yüzden şiirlerinden çıkmaz oldu deniz!

*

Hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Kapalıçarşı’nın rengini hatırlamıyor. Ama kokusunu biliyor; “Osmanlı kokar, Bizans kokar” orası, “kokusunu duyduğumuz ülkelerdir, çağlardır asıl” olan. Peki ya sesi? “Artık duyulmuyor o ses, kayboldu, “uygarlığımıza sahip çıkmamızın hazin sesi! İpeklinin yerine naylon. Beykoz gülabdanının yerine, Japon bebeği…”

“Düşünüyorum da neden onca yıl çiçek satıcısı geçmedi Kapalıçarşı’dan?”

Belki de bu yüzden, sırf bu yüzden her şiirinde mutlaka bir çiçek adının geçmesi…

*

Hiç geçim derdi olmadı. Diğer birçok şair gibi meyhane parası hesabı yapmadı, ev kirasını düşünmedi, kendine yeni bir palto almak için zorlanmadı. Parası vardı, bu varlıklı halini şairliğiyle bağdaştırmadığı zamanlar oldu ama.

Ta çocukluğundan kalma bir haldi onunkisi. Cemal Süreya anlatır. Harp yılları, Fatih Camii’nin avlusunda top oynuyorlar çocuklar. O zamanlar lastik top hak getire, bezden yapıyorlar topları ama onun var, zengin çocuğu. Kötü oyuncu ama lastik topun sahibi… Sırf lastik topu var diye oyuna alıyorlar arkadaşları onu. Bu durum onda kompleks yarattı. Bu kompleks zamanla mahcubiyete dönüştü, o hali hep yanında taşıdı. Cemal Süreya bu halini “hüzünlü” görür, o da yanından hiç ayırmadığı bu hüznünü hep sevdi.

*

50 yaşına geldiğinde, yaşı üzerine yazdığı bir yazıda şunları söyler:

“Bir otel gibi yüreğim şu anda, masa başında. Işıklar ışıklar içinde yer yer ve her şey, bunca yıl ne yaşadımsa inip çıkıyorlar merdivenlerden.

Canım elbette diyorum nasılsa

Otel batacak, otel batacak!

En önemlisi de tanıştırılır gibiyim biriyle

Hiç kimselerin ilgilenmediği

Bazı olayların tarihçisi olarak.”

*

Şairler içinde en çok şiir yazan şairdir Edip Cansever. Külliyatı 1250 sayfa… Ona bu imkanı ortağı Mösyö Jak verdi. Cemal Süreya ölümü üzerine şu şiiri yazdı:

“Yeşil ipek gömleğinin yakası

Büyük zamana düşer.

Her şeyin fazlası zararlıdır ya,

Fazla şiirden öldü Edip Cansever.”

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar