Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya "Stockholm Kan Banyosu" ile "Kahire Kale Katliamı"

        Stockholm “Gamla Stan” meydanı Stortorget’in ortasında tarihi bir çeşme var. Meydana girer girmez çeşme sizi kendine çeker. İlk anda “Ne zamandan beri burada duruyor?” sorusunu getirmez akla, sanki ahir zamandan beri hep orada duruyor; bizim oralarda bazı köy meydanlarına kök salmış bin yıllık bir çınar ağaçları gibi…

        Baba oğul çeşmenin önünde durduk. Ortaokuldaki oğlum, tarih dersinde öğretmenin anlattıklarını hatırlamış olmalı ki aniden “Blodbad burada olmuş, baba” dedi. “O ne ki?” diye sordum. “Bu memleketin tarihindeki en önemli olay, blodbad, ‘kan banyosu’ demek, tarihte ‘Stockholm Kan Banyosu’ olarak geçer, çok önemli bir olaydır, kaç derstir tarih öğretmeni anlatıp duruyor,” dedi. Birkaç ayrıntı daha verince Miro, tuhaf bir hadiseyle karşı karşıya olduğumu anladım. Bir ihanet mi, kalleşlik mi desem, rakibi tuzağa çekmek mi, en zayıf anını kollamak mı desem şaşırdım, içinde her şey olan bir hadise...

        Dünyanın her yerinde oluyor bu tür hadiseler. Bir benzeri bundan yüz sene evvel bizim oralarda, Hakkari civarlarında da oldu dedim Miro’ya. Ona, İran şahına başkaldırmış Simkoyê Şikak denilen bir aşiret ağasının hikayesini anlattım. Hakkari’deki Nasturilerin ruhani lideri Marşemun’u konağına davet etmiş, yüz adamıyla barışa gittiğini sanan Mar Şemun’a bir ziyafet vermiş, ziyafetten hemen sonra da hepsini öldürmüştü.

        “Bu ‘blodbad’da tam böyle baba, kral bir ziyafet veriyor ve…”

        Yemek ve ölüm… “Onca Açlık Varken” (Avesta Yayınları) kitabımda anlattığım Simko ile Marşemun hikayesinde Simko misafirine “keledoş” yemeğini yedirmişti. Oraların en meşhur yemeklerinden birisidir keledoş, tarifi kitabımda var. Öldürmeyi düşündüğün hasmına önce ziyafet vermek belki de güvenini kazanmak içindir. Zira birisiyle ekmek bölüşmüşsen ondan sana ihanet gelmez diye düşünülür. Yemek savaşın değil, barışın aracıdır. Bizim oralarda çalınan uyuz bir keçi için cinayet işlenir, elli koyun kesilerek barış yemeği yenir. Bunları anlatırken Miro’ya onun aklında o sırada ne geçiyordu bilmiyorum ama benim aklıma Simko ile Marşemun hadisesinden başka Mısır’daki “Kahire Kale Katliamı” da geldi. Hikayenin hikayeye açılması Şehrazat’tan beri bir gelenek ya bizim oralarda en iyisi şu iki hadisenin de ayrıntısına bakmak.

        MİRO’NUN BANA ANLATTIĞI “STOCKHOLM BLODBAD” OLAYI

        1397’de Kalmar Antlaşmasıyla bugünkü İsveç, Norveç ve Danimarka bir araya gelerek siyasi bir birlik oluşturup tek bir krallık haline geldiler. Amaç, Almanların buralara egemen olmalarını önlemekti. O zamanlar İskandinavya’nın en güçlüleri Danlar’dı. Bu yüzden Danimarka kraliçesi Margaret hepsinin başına geçecekti. Aslında birlikteki tek yenilik İsveç’in onlara katılmasıydı zira Norveç daha önce Danimarka’nın egemenliğini kabul etmişti zaten. Bir süre sonra İsveçliler mızıkçılık yaptı, ayaklanmalar oldu. Kendi krallarını kendileri seçti, bir iktidarda iki kral olunca savaş çıktı. İsveçliler yenildi. Birlikte mi yaşayalım yoksa ayrı ayrı krallıklar şeklinde mi devam edelim tartışması bir dizi kanlı olaylara yol açtı. İsveç’teki büyük aristokrat aileler arasında da fikir ayrılıkları vardı. Bir süre sonra kral ölünce birlik gevşedi. İsveç’teki Stan Sture kral naibi seçildi. İsveç’in en eski üniversitesi olan Uppsala Üniversitesini 1477’de Stan Sture kurdu. O ve ondan sonra gelen hem adaşı hem oğlu Danimarka’ya hiç boyun eğmediler. Akla ziyan bir yığın hadise sonucu birlik sürdürülemedi, ayrılık kesin bir biçimde gerçekleşti.

        Ama Danimarkalılar İsveç’ten vazgeçmemişti. İsveçliler birbirlerini yemekle meşgulken Danimarkalı İkinci Christian İsveç’i işgal etti, İsveç’in en önemli altı ileri gelenini esir alıp Danimarka’ya gönderdi. Aklında şeytani bir plan vardı. Durmadan sorun yaratan İsveçlilere gününü gösterecekti. Oysa, hiç birisine zarar vermemek şartıyla İsveçliler ona teslim olmuştu.

        Christian 4 Kasım 1520’de Stockholm’deki Büyük Kilisede taç giyip kendini İsveç kralı ilan etti. Tören çok görkemli oldu. Yeni kralın onuruna üç günlük şenlikler tertiplendi. Kral, kiliseden çıkıp Gamla Stan’daki kraliyet sarayına geçti. Burada muazzam bir şölen düzenlendi. Ülkenin önde gelen din adamları, aristokratları, belediye başkanları mühim şahsiyet kim varsa bu şölene davet edildi. Palyaçolar, soytarılar gösteri yapıyor, içkiler su gibi akıyor, müzik eşliğinde danslar ediliyor, herkes gönlünce eğleniyordu. Şenliklerin son günü 8 Kasım’da (tam 503 sene önce bugün yani) kralın emriyle bulundukları yerin kale kapıları kapandı. Orada bulunan herkesi kraliyet sarayının büyük salonuna topladılar. Başpiskopos Gustav Trolle, merak içinde olup bitenleri anlamaya çalışan İsveç sosyetesinin alayını kâfirlikle suçlamaya başladı. Kâfirliğin cezası da ölümdü. Kendisi aynı zamanda tek kişilik mahkemenin yargıcıydı, tek bir cümleyle orada bulunan bütün erkekleri idama mahkum etti. Bir anda salona bir sessizlik çöktü. Herkes şaşkındı. Başpiskoposun sesi duyuluyordu sadece. İdamlar rütbelerine göre yapılacaktı. Önce piskoposlar, sonra belediye başkanları, aristokratlar, burjuvalar ve memurlar… Bazılarının kafası kesilecek, bazıları da darağacına çekilecekti. Af yoktu, karar kesindi.

        Ve karar hayata geçirildi. Asılarak ölüm en iyi ölümdü zira cellatların elindeki baltaların çoğu kördü. Baltayla bir kişinin kafasını kesmek bir hayli zor, zahmetliydi, kafayı bedenden ayırmak için balta en az beş altı kez kalkıp inmek zorundaydı.

        Katliam akşama kadar sürdü. Hava karardığında şiddetli bir yağmur yağmaya başladı. O sırada; baba oğul birbirimize hikayeler anlattığımız meydanda, Stortoget’te, tarihi çeşmenin etrafında 80’den fazla başsız ceset birikti. Yağmur şiddetini arttırdı. Meydana dökülmüş olan kan yağmur suyuna karıştı. Çeşmenin arklarından akarak kalenin dışına, sokaklara taştı. Duvarların dışında kalanlar, oluk oluk akan kanı görünce dehşete kapıldılar. Cesetlerin büyük bir kısmı yarı çıplaktı. Üzerlerine aç köpekler saldılar. Köpekler kısa sürede param parça etti cesetleri. Kesik kafalar mızraklara geçirildi. Sadece piskopos Mats’aya kellesini ayaklarının arasına alma şerefi verilmişti. Ertesi gün kelleler fıçılara dolduruldu. Cesetler at arabalarına yüklendi, hepsi Södermalm tepesine götürüldü. Tepede, şehre nazır bir noktada bir ceset yığını oluşturuldu. Kuşatma sırasında direnmiş ve öldürülmüş ve bir törenle gömülmüş olan Kral Stan’in cesedi de gömüldüğü yerden çıkartıldı (kâfire haysiyetli cenaze töreni yapılmaz), aynı yığının arasına atıldı ve yığın ateşe verildi.

        Ateş büyüdü, büyüdü, bir süre sonra bütün şehri kesif bir yanık insan eti kokusu sarmaya başladı.

        Kral Christian’ın daha önce rehin alıp Danimarka’ya götürdüğü Gustav Vasa’nın babası ve iki amcası da katliamda kafası kesilenler arasındaydı. Bu hadiseden sonra Gustav Vasa bir fırsat yakaladı, Danimarka’dan kaçıp İsveç’in Dalarna bölgesine geldi. Etrafına adam topladı, ahaliyi hızlıca örgütledi ve bir isyan başlattı. İsyan kısa sürede büyüdü. 1523’te Christian tahttan indirildi, Gustav Vasa İsveç Kralı oldu.

        Kalmar Birliği böylece resmen sona ermiş oldu.

        Bu yüzden Gustav Vasa modern İsveç’in kurucu babası olarak kabul ediliyor. Bağımsızlık kazandırdı onlara, İsveç toplumunu Protestan yapan da odur. İncil, 1541’de eksiksiz olarak İsveççeye çevrildi.

        “Stockholm Kan Banyosu” bütün İsveçlilerin hafızasında tam 500 yıldan beri hiç silinmedi. Hakkında onlarca kitap yazıldı, roman oldu, resme konu oldu, film oldu, televizyon dizisi yapıldı ve her sene daha taze bir hafızayla anıldı.

        Oğlum Miro, Stortorget’te akan kanı alıp şehrin sokaklarına götüren olukları bana gösterirken ben çoktan ona bu olaydan 291 sene sonra, 1811’de bu kez Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın yaptığı ve tarihe “Kahire Kale Katliamı” olarak geçen çok benzer hadiseyi anlatmaya başlamıştım bile.

        BENİM MİRO’YA ANLATTIĞIM “KAHİRE KALE KATLİAMI” OLAYI

        Bazı tarihçilere göre bir kan davası yüzünden Erzincan’dan Konya’ya oradan da Kavala’ya göç etmiş muhtemelen Kürt bir baba ile Arnavut bir anneden doğma Mehmet Ali’nin kasabanın bekçibaşısı olan babası İbrahim Ağa’nın 17 çocuğu olmuş ama içlerinden sadece o hayatta kalmıştı. Bu yüzden babası pamuklara sardı onu. Babasını çok erken yaşlarda kaybetti, ölümü taş gibi oturdu içine, onu hiç unutmadı. Kavala’nın mütesellimi olan amcası Tosun Ağa onu himayesine aldı. Tosun Ağa da bir süre sonra işlediği bir suçtan idam edilince Mehmet Ali tamamen sahipsiz kaldı. Bu yüzden çok erken yaşlarda hayata atıldı, bulabildiği her girintiye parmaklarını kanatırcasına geçirerek tutunmaya çalıştı. Her türlü acıyı genç yaşta tadarak sertleşti, olgunlaştı. Yüzüne hayran kalan dul bir kadınla çok gençken evlendi; evliliklerinde İbrahim, Tosun ve İsmail adlarında üç oğulları oldu. Bu çocuklar daha sonra babasının yönetimindeki Mısır’da Paşa ve prens oldular. Mehmet Ali çektiği her acıyı hükümetten bildi bu yüzden ona diş biledi. Leon adında Marsilyalı bir tütün tüccarı iş için Kavala’ya gelince onunla tanıştı. Önce postacısı, sonra da simsarı oldu. Yeni hamisi ona çok iyi baktı, ona Avrupa’yı anlattı, özellikle de Fransa’nın sanatını, halkının medeniliğini falan… Bu yüzden Fransa’ya ve Fransızlara olan hayranlığı bu dönemde başladı.

        Daha 18 yaşındayken askeri hizmete girdi. Nazırın dikkatini hemen çekti, kısa sürede yükseldi.

        O sırada Mısır kendilerine oralarda bir kök arayan Fransızların işgali altındaydı. Sultan Üçüncü Selim bir ordu kurup İngilizlerin desteğiyle Mısır’ı Fransızlardan almak istiyordu. Kavala Beyi de dağlardan üç yüz eşkıya toplayıp Mısır’a sefere çıkacak olan Sadrazam ordusuna gönderdi. Askerin başında Kavala beyinin oğlu Ali Ağa vardı, Mehmet Ali de Ali Ağa’nın muaviniydi. Bir süre sonra Ali Ağa memlekete dönünce Mehmet Ali Kavala’dan gelen askerin komutanı oldu. Bundan sonrası bir yığın entrika dönemidir, allem etti kallem etti, şeytani zekasını, bitmez enerjisini kullandı, kısa süre zarfında Mısır’ın son valileri Hüsrev, Tahir, Ali ve Hurşit Paşaları çevirdiği entrikalarla bertaraf edip Mısır’da hemen hemen müstakil bir halde tekmil idareyi eline aldı. En büyük desteği de o sırada ta Selahattin Eyyubi döneminden kalan ve bir hayli kalabalık bir grup teşkil eden Mısır’daki Kürtlerden görmüştü. Babıali, Medine’yi ele geçirmiş Vahabilerle mücadele etmek ve kutsal toprakları onların tasallutundan kurtarmak için Mehmet Ali’ye “paşa” rütbesini vererek Mısır Valiliğini tasdik etti. Paşa, 1811 yılında Hicaz’ı işgal eden Vehhabilere karşı Babıali’nin elindeki tek silahtı.

        Kavalalı Mehmet Ali Paşa kısa süre zarfında Mısır’da idari ve iktisadi alanında büyük başarılar elde etti. Çoğunluğu Arnavut ve Kürtlerden oluşan modern bir ordu kurdu.

        Bu girişimi geçmişte İngilizler tarafından desteklenen Memluklerden kurtulmak için büyük bir fırsattı. Orduyu kullanarak onların hakkından gelecekti.

        Ama ona da tıpkı İkinci Christien’in taç giyme töreni gibi bir tören, ardından bir ziyafet gerekti. Bunu da kısa süre içinde buldu. İkinci oğlu Tosun Paşa’nın hilat giymesi şerefine düzenlenecek törende olacaktı ne olacaksa… Tosun Paşa’yı siz Kemal Sunal’in meşhur filminden biliyorsunuz. Böyle bir paşa bir film şakası değil, gerçekten de var; Mehmet Ali Paşa babasının ölümünden sonra kendisine sahip çıkan amcasının adını vermişti oğluna. 1811’de oğlu Tosun’a İkinci Mahmut “paşa” rütbesini verip Cidde valiliğine atayınca, Mehmet Ali Paşa’ya da huzursuzluk kaynağı Memluklerden kurtulma şansını vermiş oldu.

        Oğlunun hilat giymesi şerefine “Kala Salahaddin’i” (Selahattin Eyyubi Kalesi)’nde büyük bir davet verdi. 1 Mart 1811 günü Kahire sokakları tellalların sesiyle çınladı; “Alay, Yarın!” diye bağırmaya başladılar. “Alay” törende görevliydi. Mısır’ın “yeni Firavunu”, her şeyi organize etmiş, sokaklara tellal çıkarmış, kutlamaları bütün ahaliye duyurmuş, bir yandan da komutanları, memur, eşraf, ulema ve bilhassa Memluk beylerinin alayını Kahire Kalesi’nde verilen büyük şölene davet etmişti. Bu aynı zamanda bir barış buluşması olacaktı. Zira sekiz yıldan beri bu beylerle vali didişiyordu, şimdi Padişah İkinci Mahmut’un güvenini kazanmış olan Vali’nin davetine katılmamak olmazdı. Bir yandan davetliler beklenirken, bir yandan da kalenin Kubbetü’l Azap kapısında askerler çadır kurmuş bekliyordu. Ama her şey misafirlerin güvenliği içindi. 1 Mart Cuma günü Tosun Paşa’nın hilat giyme töreninin bütün hazırlıkları bitmişti. Kalenin etrafındaki sokaklarda ahali toplanmış, Mısır ileri gelenleri ve sayıları beş yüzü bulan Memluk beyleri bu arada teker kaleye girmeye başladılar. Beylerin muhafızları ise kaleye sokulmadılar. Paşa, sıraya girip kendisini tebrik eden beylerin, teker teker elini sıktı, tebriklerini kabul etti. Resmi tören, Tosun Paşa’ya hilat giydirilmesiyle başladı. Törenden sonra Mehmet Ali Paşa özel dairesine çekildi. Memluk beylerine merasim alayının içinde, şöhretlerine uygun olsun diye Paşa’nın askerlerinin ortasında yer verilmişti. Tören alayı yürüyüşe geçti ve Kubbet’ül Azap kapısının uzun, dar geçidine kadar geldi. Bu arada Mehmet Ali Paşa dairesine çekilirken, kale kapısının kapatılması emrini vermişti. Kafile daracık alana girdiğinde önceden görevli iki zabitin emrindeki Arnavut ve Kürt sergerdeleri ile Osmanlı askerleri beylere ateş etmeye başladılar. Silah seslerine insan çığlıkları karıştı. Panik başladı.

        Mısırlı tarihçi Ceberti o anı şöyle anlatır:

        “Askerler aşağıya ateş etmeye başladıklarında Memluk beyleri geri çekilmek istedi ama atlar sebebiyle dar bir alanda sıkıştıkları için ricat edemediler... Şahin Bey vuruldu. Başı kesildi, kesik başını da ödül almak için hemen Paşa’ya götürdüler. Hayatta kalanlar kaçmak için çabaladılar ancak kapıları kilitlenmiş buldular. Hepsi ya kaçarken vuruldu ya da canlı ele geçirilip hemen Paşa’nın emriyle öldürüldü.”

        Davete icap eden 500’e yakın memluk beyinden çoğunun kafaları, derileri yüzülerek bedenlerinden kopartıldı. Askerler çıldırmış gibiydi, etrafa saldırıyor, öldürülen her bey anında don gömlek soyuluyor, kıyafetlerine kadar her şeylerine el konuluyordu.

        Ceberti’nin anlattığına göre katliam kısa süre zarfında kalenin dışına taştı. Şimdi sıra beylerin evlerine gelmişti. Askerler çekirge gibi evlerine dağıldı, her şeyleri yağmalandı, kadınlara tecavüz edildi, mücevherlerine el konuldu. Daha sonra da askerler kaledeki davete katılmayan beyleri bulmakla görevlendirildi. Şehirde bütün gün silah sesleri eksik olmadı. Memluk beylerinin çoğu ticaretle uğraşıyor, hemen hemen tümü zengindi, yağma sona erdiğinde Memluk beylerinden geriye hiçbir şey kalmamıştı.

        Kahire’de katliam ve yağma tam altı gün sürdü. Altıncı günün sonunda Kavalalı Mehmet Ali Paşa “artık yeter” diyerek kaleden aşağı indi, at sırtındaydı, etrafı yüksek rütbeli askerlerle çevriliydi, sadece o süvariydi, muzaffer bir komutan gibi çarşıya girdi, kendisine gelen bazı şikayetler üzerine birkaç yağmacının ölüm emrini orada verip ne kadar “adil” bir vali olduğunu haziruna göstermiş oldu!

        O gün Mısır’da Memlukler tamamen tasfiye oldu. Böylece bundan sonra 45 yıl sürecek olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’daki kesin egemenliği başladı.

        *

        Danimarkalı İkinci Christian, 80 kişilik bir katliamla İsveçlilere “kan banyosu” yaptırarak kendi sonunu getirdi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa ise 500 yakın Memluk Beyini öldürerek Mısır’ın tek hakimi oldu. Rahmetli Çetin Altan yaşarken sık sık “Bizde pusu var, batıda düello,” derdi. Olabilir ama namertlik her yerde namertliktir. O halde benim “Eski Zaman Eşkıyaları” (Avesta Yayınları) kitabımda yer alan bir anekdotla bitirelim yazıyı:

        Bir zamanlar iki Hakkarili eşkıya ganimet yüzünden birbirine girer, biri gider ötekinin annesini babasını öldürür, sonra da Irak askerlerinin eline düşer. Hasmı, askerlerin yoluna pusu kurar, onu ellerinden kurtarır, bileklerindeki kalın ipi keser, oracıkta öldürmez, salar ve arkasından bağırır:

        “Git! Ben karşımda özgür bir düşman görmek isterim. Ama bil ki seni bulup mutlaka öldüreceğim.”

        Ama işte herkes eşkıya Halit kadar “adil” davranmamış tarihte.

        *

        Stortorget’te Miro ile birbirimize anlattığımız hikayelerin sonuna geldiğimizde amansız bir yağmur yağmaya başlamıştı bile. Kendimizi vakti zamanında “kan banyosunun” mekanlarından birisi olan şimdiki Nobel Müzesi’ne zar zor attık.

        *

        (Bu yazıyı yazarken “Kale Katliamı” bölümü için, akademisyen Selda Güner’in “Akademik İncelemeler Dergisinde” yayınlanan “Abdurrahman El-Caberti ve Giovanni Reggio’nun Anlatılarında ‘Kahire Kale Katliamı’ (Mart 1811) ve Memlüklerin Mısır’dan Tasfiyesi” başlıklı makalesi ile Şinasi Altundağ’ın TTK Yayınları arasında çıkan “Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı, Mısır Meselesi” kitabından yaralandım.)