Edebiyatçıların günlük ritüelleri
Yazarların çalışma rutinleri o kadar ilgi çekti ki bu hafta da devam etmeye karar verdim. Üstelik elimde “Günlük Ritüeller” var; hayran olduğumuz büyük şahsiyetlerin nasıl çalıştıklarını, yazdıklarını araştırıyor. O büyük eserler acaba hangi gündelik rutinler sonucu doğdu, merak ediyorsanız okuyun. Söz konusu yazarların arasında kendine hunharca davranan “işkolik” edebiyatçılar da var, geceleri âşıklarının yatağından süzülerek yazı masasına koşan da. İşte birkaçı...
George Sand
Lavinia, Leone Leoni, Indiana
Gerçek adı Aurore Dupin olan ama o dönemde kadın yazarların kitaplarını bastırmaları çok zor olduğu için kendine bir erkek adı seçen Sand, her gece en az 20 sayfa yazardı. Sabahlara kadar çalışıyordu, bu alışkanlığı aslında büyükannesine bakmak zorunda olduğu yeniyetmelik yıllarında geliştirmişti. Bütün gün hasta bakıyor ve sadece geceleri okuyup yazabiliyordu. Büyüdüğünde de bu durum değişmedi. Âşıklarının yatağından usulca kütüphanesine sıvışıyor ve gecenin köründe roman yazmaya başlıyordu. İşin kötü yanı sabahları, gece yazdıklarının kelimesini hatırlamamasıydı. “Hafızam berbat” derdi. “Kitaplarımın basılı halleri rafta durmasa adları bile aklımda kalmazdı.”
Honore de Balzac
Vadideki Zambak, Goriot Baba, Seraphita
Balzac çalışırken kendine acımıyor, deyim yerindeyse ‘gözünün yaşına bakmıyordu’. Akşam 18.00’de çok hafif bir akşam yemeği yiyor, ardından uykuya dalıyordu. 01.00’den sonra da 7 saat aralıksız yazıyordu. Saat 08.00’de bir buçuk saat şekerleme yapıyor, 09.30’dan 16’ya kadar da bir yandan sert, şekersiz kahve içerek sabah yazdıklarının düzeltmeleriyle meşgul oluyordu. (Günde 50 fincan kahve içtiği söylenir.) 16.00’da yürüyüşe çıkıyor, eve dönüp banyo yapıyor, 1-2 ziyaretçi kabul ediyordu, hepsi o kadar. Balzac’ın yazmak dışında bir hayatı sanki yoktu.
William Faulkner
Döşeğimde Ölürken, Ses ve Öfke, Ağustos Işığı
Faulkner başka türlüsüne mecbur kalmadıkça sabahları yazmayı tercih ediyordu. Fakat en ünlü eserlerinden “Döşeğimde Ölürken”i bir üniversitenin elektrik istasyonunda gece bekçiliği yaptığı sene yazmıştı; öğleden sonraları... Sabahları birkaç saat uyuyor, öğleden sonraları ve akşamları yazıyor, gece işe giderken annesinin yol üstündeki evine uğrayıp bir kahve içiyor, bekçilik ederken de kısa şekerlemeler yapıyordu. Faulkner ilham beklemez, “İlham beni her gün yokluyor” derdi.
Joseph Heller
Madde 22, Sanatçının Yaşlı Bir Adam Olarak Portresi
Heller’ın en ünlü romanı “Madde-22” işten sonra, akşamları yazıldı. Manhattan’daki dairesinde, mutfak masasının üzerinde... “8 yıl boyunca her gece 1-2 saat yazdım” demişti. “Arada pes ettim ve birkaç yıl yazmak yerine karımla televizyon izlemeyi seçtim. Ama ne oldu; televizyon bana durmadan ‘Madde-22’ dedi. Geceleri roman yazmayan Amerikalıların hayatları ne kadar sıkıcı, bilemezsiniz.” Heller gündüzleri Time, Look ve McCall’s gibi dergilerin reklam departmanlarında çalışıyordu. Yorucu bir işi yoktu hatta bir röportajında söylediğine göre hayatta karşılaştığı en zeki, en entelektüel insanlar Time’daki meslektaşlarıydı. Ayrıca McCall’s dergisinin reklam kampanyaları için harcadığı zihinsel çaba kesinlikle romanları için harcadıklarının katbekat üstündeydi.
John Milton
Kaybolan Cennet
Milton, hayatının son 20 yılında tamamen kördü. Yine de hep yazdı. 10 bin dizelik epik şiiri “Kaybolan Cennet” bile bu dönemde yazıldı. (Lucifer yani Şeytan’ın ya da basitçe kötülüğün biyografisi de sayılabilecek bu eserin yakında sinemaya uyarlanacağı açıklandı.) Milton yazın 04.00’te, kışınsa 05.00’te uyanıyordu. Yardımcısı ona bir saat kadar İncil’den pasajlar okuyordu, ardından büyük şair tek başına kalıp tefekküre dalıyordu. 07.00’de yardımcısı dönüyor, Milton’ın zihninde yarattığı dizeleri kaleme alıyordu. Bu işin gereğinden fazla uzun sürmesi şairin canını sıkan bir şeydi, “Bırakalım” diyordu yardımcısına. “Süt zamanım geldi.”
Thoman Mann
Buddenbrooklar, Büyülü Dağ, Lotte Weimar’da
Mann sabahları 08.00’de uyanıp alelacele bir fincan kahve içer, ardından banyo yapıp giyinir ve karısıyla kahvaltıya inerdi. Sonra 09.00’da, çalışma odasının kapısını kapatıp kilitler, dahası telefonu fişten çekerdi. Çocuklarının akşamüzerine kadar o odaya girmeleri yasaktı. Mann’ın bazı katı kuralları da vardı; akşamüzeri olduktan sonra aklına gelen hiçbir fikri kâğıda dökmez, bunun için ertesi sabahı beklerdi.
SIKI ÇALIŞIYORLAR, PEKİ NE OKUYORLAR?
Vladimir Nabokov’a neler okuduğu soruluyor; şu cevabı veriyor: “Sözde ‘büyük’ kitaplar hakkındaki fabrikasyon fikirler beni hem şaşkına çeviriyor hem de eğlendiriyor. Örneğin Thomas Mann’ın ‘Venedikte Ölüm’ünden ya da Pasternak’ın felaket bir biçimde yazılmış, aşırı melodramatik ‘Doktor Jivago’sundan yahut Faulkner’ın mısır koçanı kayıtlarından ‘şaheser’ diye bahsedilebiliyor. Fakat eleştirmenlerin ‘büyük kitap’ derken kastettiği şey benim için hipnoz altındaki bir insanın oturduğu sandalyeyle sevişmesi kadar absürd.”
Nabokov, “büyük edebiyat” saydığı kitapları ise şöyle listeliyor: James Joyce ve “Ulysses”, Kafka ve “Dönüşüm”, Andrei Bely ve “Petersburg”... Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın Peşinde”si de var ama “Bu bir peri masalı ve ne yazık ki sadece ilk yarısı okunabilir” notuyla...
Ernest Hemingway methiye konusunda çok daha cömert. Gelin listesine bir göz atalım: Lev Tolstoy’dan “Anna Karenina” ile “Savaş ve Barış”, Thomas Mann’dan “Buddenbrook Ailesi”, Emily Bronte’den “Uğultulu Tepeler”, Gustave Flaubert’den “Madam Bovary”, Dostoyevski’den “Karamazov Kardeşler”, Mark Twain’den “Huckleberry Finn’in Maceraları”, Stendhal’den “Kırmızı ve Siyah” ile “Parma Manastırı”, James Joyce’tan “Dublinliler”, Turgenyev’den “Bütün Öyküler”, Guy de Mauppassant’dan “Madam Tellier’nin Evi”... Listesindeki kitaplardan bazıları henüz Türkçe’ye çevrilmemiş: Yeats’ten “Autobiographies”, George Moore’dan “Hail and Farewell”, Sherwood Anderson’dan “Winesburg, Ohio”, Alexander Dumas’dan “La Reine Margot”, William Henry Hudson’dan “Far Away and Long Ago”. Söyleyecek sözüm de, itirazım da yok, çok güzel liste!
Samuel Beckett’ın en sevdiği kitapları öğrenmek içinse 2011’de yayınlanan mektuplarına başvuruyoruz: “Jules Verne’in ‘80 Günde Devriâlem’ adlı romanı hayat dolu, yaşayan bir kitap. Theodor Fontane’in ‘Effi Briest’i bedenin o malum yerlerinde malum birtakım ağrılara ve gözyaşlarına sebep oluyor. J.D. Salinger’ın ‘Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ına gelince; uzun zamandır bana daha fazla haz veren bir kitap okumadım.”
Harry Potter’ların yaratıcısı J.K. Rowling en sevdiği kitapları soranlara şu cevabı veriyor: “Virginia Woolf, Jane Austen’dan söz ederken, ‘Büyüklüğünü kabul etmenin en zor olduğu büyük yazar’ demişti, açıkçası Austen’ı bundan daha iyi anlatan bir cümle yok bence. ‘Emma’ hakikaten büyük edebiyat. Hikâyesiyle sizi içine çekiyor; bir bakıyorsunuz finale gelmiş ve bu yolda sayısız muhteşem âna şahit olmuşsunuz, bu arada da yazarın yararlandığı olağanüstü ‘köpürtme’ tekniklerinin hiçbirini fark etmemişsiniz. Austen’ın mahareti, söz konusu teknikleri sezdirmeden kullanması, büyüklüğünü gözümüze sokmaması. Geçen yüzyıl başında yaşamış E. Nesbit’in “Define Avcıları’nın Öyküsü” de muazzamdır. Nesbit’le birbirimize çok benzediğimizi düşünüyorum. Oswald gibi gerçek hissi uyandıran anlatıcısıyla “Define Avcıları’nın Öyküsü” bana sorarsanız çocuk edebiyatında düpedüz bir devrimdir.”
Kendi adıma E. Nesbit’in büyüklüğünü anlatmaya kelimeler yetmez diye düşünüyorum, fakat bizde ona hak ettiği değerin verilmediği ortada. Hem aynı bir-iki kitabını dön dolaş kötü çevirilerle yayınlanıyorlar hem de çoğu zaman nedense adını bile doğru yazamıyorlar.
Paul Auster’ın eski karısı da olan tuhaf ve benzersiz yazar Lydia Davis ise tek yazar adı veriyor: John Dos Passos. “Orient Express”i edebiyatta bir dönüm noktası sayan Davis bu kitabı, “Dil hakkında derin düşünmeye yol açan ve birçok edebiyat eserinin aksine gerçekten yetişkinler için yazılmış bir roman” diye tarif ediyor. Okunacaklar listeme aldım bile.
HAFTANIN YENİLERİ
“Da Vinci Şifresi”, “Melekler ve Şeytanlar”, “Cehennem”in yazarı Dan Brown’ın yeni kitabı Başlangıç çıkıyor.
Başlangıç Dan Brown Altın Kitaplar
Cadı Tohumu Margaret Atwood Doğan Kitap