NATO üyeliği ve göçmen konusu
Geçen yazımda NATO ve G20 zirvesinde ortaya çıkan sonuçları yazmıştım.
ABD Başkanı Biden’ın Avrupa zirvesinde, müttefiklerini Çin ve Rusya’ya karşı aynı sayfada toplayabilmek için çok çaba harcadığından bahsetmiştim. G7 Zirvesi'nde, Çin’in Kuşak Yol Projesi’nin Batı versiyonun oluşturulması önerisinden tutun da, NATO Zirvesi'nde, 12 Avrupa limanının Çin özel sektör temsilcileri tarafından alınmasının yarattığı risklerin tartışılmasında kadar giden, derin müzakerelerin yapıldığını belirmiştim.
Bu yazımda ise bu gelişmelerin Türkiye’ye olası etiklerini tartışalım istiyorum.
NATO üyeliği meselesi
Türkiye 1952’den beri NATO üyesi.
Türkiye’de NATO üyeliği zaman zaman tartışmaya açılsa da, NATO içinde Türkiye’nin önemi büyük. Türkiye’nin askeri gücü ve coğrafi konumu, NATO için tehdit unsuru oluşturan iki ülke; Rusya ve Çin ile mücadelede Ankara’yı olmazsa olmaz konumuna getiriyor.
ABD’nin arkasından NATO üyeleri arasında en fazla asker bulunduran ülkelere arasında 2. sırada olan Türkiye ayrıca GSYH’nın yüzde 2’sini aşan askeri harcamaları ile de üye ülkeler arasında öne çıkıyor.
Geçen hafta yapılan NATO Zirvesinde tehditler kısmında Çin’in isminin 10 kez geçmiş olduğunu ve Rusya’nın özellikle siber saldırılar alanında ve nükleer güç olarak ciddi bir tehdit olduğunun altı çizildiği yeniden hatırlayalım. Bu noktada NATO’nun Karadeniz ve Doğu Akdeniz’de ne kadar aktif olmak isteyeceğini rahatlıkla görebiliyoruz.
Olaya ABD tarafından bakarsak da, Çin konusunda Washington DC’nin, NATO’ya göre çok daha fazla alarm durumunda olduğunu anlıyoruz.
Güney Çin Denizi'ndeki seyahat frekansı hızla artan Amerikan savaş gemileri, Mayıs ayında Japonya ile ortak askeri tatbikat ve Çin’in yumuşak karnı olan Tayvan ile Çin’i ayıran Tayvan Boğazı'ndan gövde gösterisi gibi geçen Amerikan uçak gemisi, Biden yönetiminin radarının en önemli maddesinin Çin olduğunu bize söylüyor.
Bu durumda NATO’nun en büyük gücü olan ABD’nin, Ortadoğu, Doğu Akdeniz gibi problemli yerleri NATO çatısı altında müttefiklerinin kontrolüne bırakıp, Asya-Pasifik bölgesine odaklanmak istemesi de şaşırtıcı olmayacaktır.
Bu çerçeveden bakıldığında neden Türkiye’nin bir NATO ülkesi olarak, son dönemde daha fazla ilgiye mahzar olduğunu belki daha iyi anlayabiliriz.
Göçmen konusu
Suriye’de iç savaşın başladığı 2011 yılından itibaren ülkeden büyük kaçış başladı. 6.7 milyon Suriyelinin 2011’den beri ülkeyi terk ettiği hesaplanıyor
Türkiye, Suriyeli mültecilerin en fazla tercih ettiği ülkelerin başında geldi. 2011’de başlayan Türkiye’ye mülteci akında özellikle 204-17 yılları arasında büyük sıçrama oldu.
Göç idaresinin verdiği istatistiklere göre; Türkiye’de kayıtlı Suriyeli sayısı 3.7 milyon. Bir başka ifade ile Suriyelilerin Türk nüfusuna oranı yüzde 4.4. Bu sayının sadece yüzde 1.5’u kamplarda yaşıyor geri kalanı şehirlere dağılmış vaziyette. Yine bir başka istatistiğe göre Türkiye’de doğan Suriyeli bebek sayısı 450 bin ve Suriyelilerin ortalama yaş ortalaması sadece 22.
Eurostat’ın verdiği rakamlara göre ise 2013 yılından itibaren AB’ye mültecilerin çoğunluğunu Suriyeliler oluşturmaya başlamış. 2013 yılında AB’ye yapılan toplam iltica başvurusu 250 binler seviyesindeyken 2015-17 yılları arasında 1 milyonun üzerinde başvuru yapılmış. 2020 yılı itibariye iltica başvuruları yeniden yıllık 400 binlere düşmüş.
Birleşmiş Milletler'in tahminine göre yüzde 60’ı Almanya’da olmak üzere, 1 milyonun üzerinde Suriyeli Avrupa’da yaşıyor.
2016 Mart’ında AB ile Türkiye arasında bir anlaşma yapıldı.
Bu anlaşmada Türkiye’ye düşen sorumluluklar şöyleydi;
-Türkiye’den AB’ye geçen Suriyeli mültecilerin sayısının düşürülmesi,
-Göç rotalarının durdurulması
- Yunanistan’dan Türkiye’ye iade şartlarını da içeren bir anlaşma yapıldı.
Buna karşı AB tarafı Türkiye’ye ;
-Türkiye’deki kamplardan bire bir görüşme ile mülteci almaya devam edeceğini,
-AB’ye seyahat eden Türk vatandaşlarının vize şartlarını azaltacağını
- Gümrük Birliği’nin revize edileceğini
-AB-Türkiye üyelik sürecinin canlandırılacağını
-Mültecilerin bakımı için oluşan maliyete katkı olması için 6 milyar Euro kaynak aktarılacağını taahhüt etti.
5 yıllık bu anlaşma bu sene sona erdi.
Şimdi bakalım bu anlaşma çalışmış mı?
Mülteci krizinin akut olduğu 2015 yıllında, Türkiye’den Yunanistan’a geçen mülteci sayısı 800 bin kişiymiş. Anlaşmanın imzalandığı 2016’ sonunda, bu sayı 200 bine düşmüş. 2020’de ise 20 bin kişi. Yani Türkiye taahhüdünü yerine getirmiş.
Gelelim AB tarafına.
2016-2021 arasında Türkiye’den sadece 28 bin Suriyeli mülteci AB ülkeleri tarafından bire bir randevu ile seçilip, Avrupa’ya götürülmüş.
Türkler için vize şartlarında herhangi bir iyileşme gerçekleşmemiş.
Gümrük Birliği’nin revizesi lafta kalmış.
Bahsi geçen 6 milyar Euro’nun da, 4 .5 milyar Euro’su buradaki mülteci vakıfları üzerinden aktarılmış.
Hesap ortada.
2016 yılındaki anlaşmadan sonra Türkiye’deki mülteci sayısı 1 milyon daha artarken, AB’ye mülteci akını durmuş.
Şimdi AB tarafı yeni bir anlaşma yapmak istiyor.
Ben olsam ben de isterim.
Ancak mühim olan Ankara’nın ne istediği.
Türkiye gerek NATO üyesi, gerek göçmenlere yaptığı ev sahipliği, gerek AB’ye akacak enerji yollarının tek mantıklı alternatifi geçiş yolu gerekse Çin’in Kuşak Yol Projesi için stratejik önemi düşünüldüğünde, AB için “3 milyar Euro daha verelim 5 yıl daha bu anlaşmayı uzatalım” ülkesi değil. Bence burası çok net.
Umarım Ankara, kısa vadeli hem de çok kısa vadeli bazı kazanımları için, Türkiye’nin orta ve uzun vadeli fırsatlarını iskonto etmez.
Umarım Türkiye Devleti, olması gerektiği gibi yeniden Batı ile dengeli ve müttefiklik bazlı bir sürece hazırlanırken, iç siyasette- ekonomide kısa vadede kaldıraç olabilecek bazı tatlandırıcılara gereğinden fazla önem atfetmez.