1992-2013: Nevruz'dan Newroz'a uzanan yol
1992 yılında yani Türkiye nüfusunun yarısından fazlası 10 yaş altındayken, birçok Kürt henüz bebekken Mezopotamya coğrafyasının en kadim kentlerinden Cizre'ye Nevruz "kutlamalarını" izlemeye gitmiştim. Kent merkezini yarım hilal şeklinde çevreleyen tepelere konuşlanan tanklar, çatılara yerleşen özel timler ve anayolların ortasında lastik yakıp PKK lehinde sloganlar atan gençler yaşanacak felaketin habercisiydi. 21'i gelip çattığında binlerce kişi yasakları delerek Cizre'de yürümeye başladı. Baharın gelişini kutlamak için. Ama her şeyden öte "Biz Kürt'üz ve varız" demek için. Ardından olağan provokasyonlar, halkın üzerine açılan ateş, sokak arası çatışmalar ve 80 küsur ölü. Kurbanlardan biri de Sabah Gazetesi foto muhabiri İzzet Kezer'di.
Diyarbakır'da devletin onayıyla bir milyonu aşkın vatandaşın iştirak ettiği Newroz kutlamalarını izlerken İzzet'i düşündüm. Keşke o da bugünleri görebilseydi. Öcalan'ın yazdığı mektubun Kürtçe okunduğu, öncesinde yüzleri poşuyla gizli "şehir gerillalarının", "Kürdistan'dan çekilmek diye bir şey yoktur. Kürdistan bizim toprağımızdır" diye haykırdıkları o uzun dakikaları... Kıyamet kopmadan...
ESKİ SÖZLER YENİ KILIF
Öcalan'ın mektubunu dinlerken yerinde izlediğim 1999 İmralı duruşmalarını hatırladım. Mektup "demokratik modernite" gibi birkaç yeni Apo'ya özgü kavram dışında yeni bir şey içermiyordu. Devleti yenemeyeceğini, bağımsız Kürdistan kuramayacağını bilen Öcalan, 1992 yılından beri devletle anlaşmanın yollarını arıyordu. O günlerde Köşk'e çıkan Özal da Kürt sorununun silahlarla çözülemeyeceğini biliyordu. Derin devletin hesaplarını da gayet iyi anlıyordu. Güneydoğu'daki çatışma ortamı askeri vesayetin en büyük oksijen kaynağıydı. Bir şeyler yapmak lazımdı. Özal'ın vizyonu olmadan bugünlere gelinemezdi. Ama tam barışa doğru adım atarken 33 erin katledildiği Bingöl provokasyonu yaşandı. Ardından Özal'ın ölümü, faili meçhul cinayetler, yakılan köyler ve işkenceyle geçen o kâbus dolu 1990'lı yıllar.
Köylerinden ölüm tehdidiyle atılan bir milyonu aşkın Kürtlerin çocukları bu korkunç hikâyelerle yetiştiler. Kimisi dağa çıktı, kimisi "şehir gerillası" oldu. Sorun dallanıp budaklandı.
Öcalan'ın yakalanmasıyla birlikte yeni bir fırsat doğdu. Öcalan, İmralı duruşmalarında "İsyan yanlıştı" dedi. Sözlerini "92 yılına varıldığında Kürtler açısından silahlı mücadeleyi gerektiren bir durum kalmamıştı" şeklinde sürdürdüğünde avukatları dahi şaşkına dönmüştü. Akabinde örgüt, Öcalan'ın talimatıyla 5 yıl sürecek ateşkes ilan etti. Ama AK Parti'nin iktidara gelmesiyle birlikte paçaları tutuşan Ergenekoncular devreye girdi. Silahlar yeniden konuşmaya başladı. Ama o günler artık geride kaldı.
10 yıllık AK Parti iktidarı sonucunda askeri vesayet kırıldı. Süreci yöneten, halk desteğine sahip Tayyip Erdoğan gibi gözü kara bir lider var. Diğer yanda ise kitleler üzerinde etkisini sürdürebilen ve bağımsızlığın söz konusu olmadığını beyan eden Abdullah Öcalan.
BUZ ÜSTÜNDE HALAY
Şu an için barışın önündeki en büyük engel, karşılıklı güvensizlik. Süreci kırılgan kılan bir diğer unsur ise şahıslara bu denli endeksli olması.
Erdoğan, "PKK'lılar sınırdan çekilmeden bir şey olmaz" diyor. Çünkü bu topraklarda bulundukları sürece barışı sabote etmek isteyenler tarafından kullanılabileceklerine inanıyor. Tam da bugünlerde DHKP-C'nin yeniden sahneye çıkması tesadüf değil. Kürtler ise "Önce adım atma sırası devlette" diyor. Karşılıklı adımların ustaca senkronize edilmesi gerekiyor. Cengiz Çandar'ın o dahiyane tabiriyle buz üzerinde halay çekmek gibi bir şey.
20 yılı aşkın süredir Kürt sorununu yakından takip eden bir gazeteci olarak, ilk kez barışa yaklaştığımızı hissediyorum. Başbakan'ın da, Kürtlerin de samimiyetine inanıyorum. Herkes kanın durmasını istiyor. Ama sevincim kursağımda kalıyor. Nihai hedef bu topraklarda yaşayan tüm vatandaşlar için Batı standartlarında bir demokrasi ise Türkiye'nin hapiste en fazla gazeteci olan ülke konumunda olmasını nasıl izah edeceğiz? Ya Hasan Cemal gibi yıllarca barışa emeği geçen kalemlerin sistematik şekilde susturulmasını? Veya medya patronlarının Başbakan'a kimleri istihdam etmeleri yönünde akıl danışmalarını, üstelik bunun normal bir şeymiş gibi zikredilmesini?.. Ama ediliyor. Bunun da adı "ileri demokrasi" oluyor. Hayır, değil.