Birlik ve varlık anlamındaki iki kelimeden meydana gelen terkip varlığın birliği veya gerçekte birlik anlamına gelen metafizik bir tabirdir. Tabirin ilk ne zaman kullanıldığı bilinmemekle birlikte bir tevhit yorumu olarak kökü Gazzali (ö. 1111) öncesi tasavvufuna gider. Sufiler Tanrı'nın birliğini anlatan kelime-i tevhidi insan fiilleriyle ilişkisi bağlamında yorumlarken daha çok Cebri (özgürlüğün olmayışı) çağrışımı yapabilecek düşünceler dile getirdiler. Allah'ın mutlak fail olduğu inancı alemde nedensellik imkanı bırakmadığı gibi insan için de özgür alan bırakmıyordu. Buna bağlı olarak sufiler fena ve benzeri düşüncelerle Allah'ın gerçek ve hakiki varlık -özne- olduğunu anlatıyorlardı. Özellikle cem', vuslat, ittihat vb. kavramlarla anlatılan düşünceler zamanla 'şatahat' diye tabir edilen coşkulu anlatımın gelişmesine zemin oluşturdu. Bu noktada dikkate değer hususlardan birisi insanın ezeli doğası fikrinin gelişmesiydi. Bu iki düşünce yani insanın ezeli hakikati fikriyle Tanrı karşısında alemin ve insanın fenaya ermesi anlayışı Tanrı karşısında insanın varlığını neredeyse büsbütün ortadan kaldırdı. Bu noktada erken dönem üzerinde kelamın ve fıkıh dilinin baskısı daha açık bir tevhit anlayışını görmemize imkan tanımıyor. Gazzali'nin ise tasavvufa teorik olarak bir katkısı olmadı. İbnü'l-Arabi'yle (ö. 1240) birlikte meselenin seyri tamamen değişti: İbnü'l-Arabi kelime-i tevhidi vahdet-i vücud ekseninde yorumlayarak geniş bir zemin dahilinde din, ahlak ve evren-yaratılış teorisini inşa etti. Bu meyanda vahdet-i vücud hemen bütün dini konuları içerebilen bir yorum çerçevesi kabul edilebilir.
Onun hareket ettiği birinci nokta varlık ile Hak arasında kurulan ilişkide kendini gösterir. İbnü'l-Arabi daha önce metafizikçilerin geliştirdiği 'varlık olmak bakımından varlık' tabirini önermeye çevirerek 'Varlık olmak bakımından varlık Hak'tır' dedi. Bu önerme anlaşılmadığı sürece vahdet-i vücud anlaşılamaz. Kelamcılar buradan hareketle sufileri eleştirmiş, onların filozoflarla aynı görüşü savunduklarını ileri sürmüşlerdir. Bu yaklaşım Tanrı'nın varlığını ispatlama sorununu ortadan kaldırarak dikkatimizi Tanrı alem ilişkisine vermeye yol açıyordu. Bu itibarla vahdet-i vücudun kurucu ilkesi Tanrı'ya Mutlak Varlık demektir. İbnü'l-Arabi ve takipçileri kelamcıların eleştirilerine mukabil bu ilkeyi savunmak istediler ve Tanrı'ya hangi anlamda mutlak varlık denildiğini açıklamak istediler. İkinci mesele Tanrı-alem ilişkisini veya birlik ile çokluk irtibatını izah etmek üzere ortaya çıkan sorunlardı.
Çokluğun birlikle ilişkisi ve ondan nasıl çıktığı meselesi metafiziğin ana konularından birisidir. Daha önce filozoflar ve kelamcılar bu sorunla ilgilenmiş, yaratılış teorisi ve sudur teorisi gibi birkaç ana teori ortaya çıkmıştı. İbnü'l-Arabi'nin vahdet-i vücud anlayışı bu meseleyi ele alırken yeni bir kavram getirmiştir. Bunu şeylerin iki yönünü ele alarak açıklamıştır: Birinci yönüyle şeylerin kaynağı yokluktur. Bu bakımdan İbnü'l-Arabi herhangi bir şekilde alemin ezeliliği fikrini reddederek filozof ve hatta Mutezile kelamcılarına göre Sünni kelama yaklaşır. İkinci noktada iş tamamen değişir: Bu durumda şeyler ilahi bilgide 'sübut' halinde taayyün ederler. İbnü'l-Arabi buna 'eşyanın ilahi ilimdeki sabit hakikati' tabirini kullanarak vahdet-i vücudun ikinci kurucu ilkesine ulaşır. Ayn-ı sabite veya çoğulu ayan-ı sabite zamanla vahdet-i vücudun en önemli iki konusundan biri haline gelirken vahdet-i vücuda dönük eleştiriler buradan doğmuştur. Özellikle İmam Rabbani'nin vahdet-i şühud (müşahedede birlik) diye tanınan yaklaşımı vahdet-i vücudun ayan-ı sabite kısmına yönelik eleştirilerden oluşur. Bu noktada dikkate değer hususlardan birisi de ayan-ı sabite sayesinde varlık mertebeleri fikrinin sudurcu teoriden uzaklaşmasıdır. İbnü'l-Arabi ve Konevi yaratılışı 'vesileci' sudur teorisi diye isimlendirebileceğimiz bir anlayışla yorumlayarak sudur anlayışına yeni bir boyut getirdiler.
İbnü'l-Arabi'den sonra Sadreddin Konevi (ö. 1274) bu teorinin farklı veçheleriyle yaygınlaşmasına büyük katkıyı sağlamış kişidir. Onun yetiştirdiği talebeler arasında Müeyyidüddin el-Cendi, Saidüddin el-Fergani, Fahreddin Iraki, ikinci nesilden ise Davud-ı Kayseri, Abdürrezzak Kasani, Molla Fenari gibi sufi düşünürler bu fikrin muhtelif yönlerini ele alarak savunmaya çalışmışlardır. Bu meyanda vahdet-i vücud ekseninde gelişen literatür Osmanlı dönemindeki en üretken metafizik metinlerini ortaya çıkartmıştır. Meselenin edebiyat alanında da izdüşümleri vardır. İbnü'l-Farız, Yunus Emre, Mevlana, Niyazi Mısri başta olmak üzere, Türkçe, Arapça ve Farsça yazan şairlerin şiirleri vahdet-i vücudun daha geniş kesimlere ulaşmasını sağlamıştır.
YAZAR
Ekrem Demirli