Bir felsefe disiplini olarak estetik, güzelin anlamı ve doğasına yönelik bir araştırmadır. Güzelin anlamı ve deneyimi insanın dünya ile ilişki kurma tarzlarından biri olarak ele alınır. Bu anlamda estetik sözcüğü ile estetik sıfatı taşıyan bir şeyin insanda güzel duygusunu uyandırması ve güzel olanın yalnızca güzellik duygusuna uygun olması talebinden öte, dünya ile ilişki kurma biçimine ilişkin felsefi ölçütler kastedilir.
Estetik terimi, Yunanca kökenlidir ve bir şeyin duyumunu, duygusunu ifade eder. Helenlerin bu terimle ilişkisi esasen ilginçtir; onlar genelde sanatçı bir halk olarak görülmüşler, yaşamı bir estet duyarlığıyla algılamışlardır. Ancak bu hassasiyet çok gelişmiş, derinlikli bir natüralist eğilimle sınırlıdır. Modern insanın aksine, bir Helen doğayı salt nesnel biçimde kişileştirmiştir. Platon'un sanat eleştirisi de buradan, doğru bilgiye giden yolda duyusal bilgiden ve duyumla alakalı olarak da estetikten şüphe duymasından ve natüralizme karşı küçümseyici mesafesinden kaynaklanır. İdealar öğretisi, duyusal taklidin değil, akla dayalı hakikatin peşinde olduğundan, Platon'un mimesis (taklit) kuramına göre sanat, hakikat bir yana, onun taklidini bile ortaya koyamaz. Aksine sanat, duyusal dünyanın ifadesi olduğu için, kendisi hakikatin taklidi olan duyusal dünyayı temsil eder. Öyleyse sanat, 'taklidin taklidi'dir.
İlk kez 18. yüzyılda estetiğin bir disiplin olarak sınırlarının belirlenmesi, Alexander Gottlieb Baumgarten ile başlamıştır. Burada estetik, "duyusal bilginin bilimi" olarak tanımlanmıştır. Baumgarten, Almanya'da Leibniz ve Wolff öğretilerinin etkisi altında yetişmiş biridir. Bu nedenle estetiği her zaman rasyonalist eğilimler içinde gelişmiş, kökleri Descartes felsefesi geleneğine uzanan bir proje olarak görmek gerekir; çünkü duyusal olan, kendisini ancak akla benzerliği ölçüsünde bir bilim olarak meşrulaştırabilirdi. Aksi halde, dönemin metafizik eğilimlerine uygun olarak, bir rasyonalistin gözünde, duyusal bilginin yanılgılı karakteri, aklın sınırlarının dışında belirli türden bir bilgiyi sağlam temellere dayalı olarak nasıl üretebilir? İşte bu türden şüpheleri dağıtabilmenin biricik yolu, estetiği sağlam temeller üzerinde bir bilim olarak inşa etmektir. Bunun yolu, onu mantıksal bir zeminde kurmaktır. Böylece estetik, mantığın ikiz kardeşi haline gelir.
Baumgarten'ın estetiği, görü ve fantezi gibi 'akla analog' (akla benzer) olan bilme yetilerini incelemeye almaktadır. Leibniz-Wolff rasyonalizmi, aklı ve anlama yetisini 'üst düzey bilme yetileri' olarak görürken, duyusallığa 'aşağı düzeyden bilme yetileri' arasında yer verir. Baumgarten'ın estetiğinin amacı, Wolff'un mantık sistemini bu ayrıma uygun olarak tamamlamaktır. Bu çerçevede onun estetiği, duyusal algıya dayanan beğeni yargılarının, en az mantıksal yargılarda olduğu türden bir kusursuzluğun ürünü olduğunu gösterebilmeyi dener. Çünkü Baumgarten, duyusal bilginin kusursuz olduğuna inanır. Leibniz, duyusal dünyayı, düşünülür dünya düzeyinde akıl tarafından kavranabilen sistematik bir düzen sergileyebildiği ölçüde, hakikate uygun bir gerçeklik taşıyabilecek bir dünya olarak görmüştü. Bir bakıma Baumgarten da buna uygun bir talep ortaya koyar; duyusal tasarımları, akla-benzer tasarımlar oldukları için kusursuz ve hakiki bulur.
Estetik, doğada ve sanatta 'güzel' ve 'yüce' gibi izlenimlere sebep olan, -duyu algısı ve hislere dayalı- deneyimlerle ilgilenen felsefe disiplinidir. Böyle bir tanımla ilgili genel problem, onun sanat felsefesiyle estetik arasındaki sınırı belirlemeye yardımcı olmayışıdır.
Sanat hakkındaki her türden teori, güzeli insan ürünü eserlerde dikkate alır. Bu bakımdan sanat teorisi güzel duyusunun belirişindeki, dinsel, ahlaki, toplumsal ve tarihsel türden, insan elinden çıkma pek çok etkeni ele alır. Oysa estetik, beğeniyi ne sanatın ne de güzelliğin sınırlarına hapsetmez. O, en genel haliyle doğadaki güzel yaşantısının peşindedir. Bu ayrıma göre Kant, güzelliğin, insan elinden çıkmış olanlarıyla ilgilendiği kadar, doğal biçimleriyle de ilgiliyken, Hegel'de daha yoğun olarak sanat üzerine bir refleksiyonun amaçlandığına tanık oluruz. Fakat bu ayrımla ilgili tartışmalar uzayıp giderse de felsefenin karakterine uygun olan 'sanat nedir?' veya 'güzel nedir?' gibi meta sorular estetiği doğrudan ilgilendirirken, 'sanatın değeri', 'bir eserin ne zaman sanat adını aldığı', 'sanatı alımlamanın olanakları' türünden sorular elbette sanat felsefesinin problem alanında kalır.
Estetik yaşantı duyusal olduğu ölçüde, estetik duyu algısının analiziyle başlamak durumunda olduğundan, bu problemin başlangıç noktası bilginin sınırlarından kolayca ayrılamaz. En azından estetiğin, objektif estetik yargının imkanı, sanat ve gerçeklik, yaratıcılık ve akıl gibi kimi sorunları, bilginin alanıyla belirli bir bilinçli ilgi içinde ele alınması gereken sorunlardır. Bu ilişkinin bittiği yer, estetiğin sanat ile doğruluk arasına perde gerdiği yerdir; çünkü, birinin bir yerde dediği gibi, sanatın her türlüsü natüralisttir, en gerçekçisi bile stilize eder. Öyleyse estetik, bilginin yolunu daha fazla izleyemez, aksine o, belirli bir fenomenolojik tavra daha yakın durur. Bunun nedeni, estetiğin algıyı oldukça yaratıcı bir süreç olarak kavramak durumunda olmasıdır. Bu süreçte duyusal algının nesnesi tartışmasız hem nesnel hem de öznel niteliklere sahiptir ama estetik açısından sorun, bu niteliklerin hangisinin 'güzel' duyumuna neden olduğuna karar verebilmektir; yalnızca bunlardan biri mi, yoksa ikisi birden mi?
Estetikte bir yargıyı, yani beğeni yargısını mantıksal yargıdan, duyusalı rasyonelden ayıran bir sınır yok mudur? Öznenin, duyusal dünyanın fenomenleriyle karşı karşıya kaldığı tüm durumlar, mantığın sınırları içinde yargıya bağlanmazlar; tam tersine doğadaki kusursuzluk duyumu kendini beğeni yargısında ortaya koyar. Bir beğeni yargısı ise her zaman hoşlanma duygusunun eşliğinde mümkündür. Kant'a kadar hep deneysel bir içeriğe sahip olduğu iddia edilen hoşlanma, şimdi akılla bilinen şeylerle ilişkilendirilmektedir. Çünkü bizim biricik bir doğa fenomeninden hoşlanmamız, bu tekil fenomenin bize genel bir duyguyu duyumsatmasından ileri gelir. Oysa biz aynı fenomeni, genel bir yasa altına yerleştirerek, bilgi nesnesi olarak kavrarız. Demek ki, doğayı (estetik olarak) yaşantılamanın onu (işlevsel olarak) deneyimlemekten farkı, birinci durumda organik, ikincisinde mekanik bir gerçeklik düzeninin içinde bulunuyor oluşumuzdur. İkincisinde yargı fonksiyonumuz doğa hakkında akla dayalı bir 'belirleme' yaparken, ilkinde o doğayı görece serbest biçimde 'düşünme'ktedir. Doğa burada bize kendi amaç barındıran (teleolojik) uyumumuzu duyumsatmaktadır. Bu nedenle teorik bir disiplin olarak estetiğin ve onun adeta pratikteki yansıması olan sanatın da odak noktası harmoni kavramıdır. Estetikte harmoni, doğadaki bir oluşumun bir iç form tarafından biçimlendirilmiş olduğu yönünde bildirimde bulunan bir yargı formunun amaçsallığını ifade eder. İşte bir şeyden hoşlanmamız, doğada fenomenler üzerine amaçlı bir yargıda bulunmamızla mümkün olabilmektedir. Burada amaçlılık (ya da ereklilik), herhangi bir çıkar ve ilgiye dayalı amaçtan kendini kurtarmış olmak anlamındadır. Kant açısından, yalnızca çıkar ve ilgiden bağımsız hoşlanma duygusu tümüyle amaçsız olabilir.
Doğayla bir nesneler dünyası olarak karşılaştığımızda, onu anlamlı bir şey olarak tanıyabilmemiz için, doğa bizim tarafımızdan adeta dışarıdan teorik araçlarla tamamlanmaya ihtiyaç duymaktadır. Bir nesnel doğa fenomeni bu bakımdan kendisinde bulunmayan bir fazlalığa sahip gibidir. İşte estetik beğeni, onu bu fazlalıktan arınmış halde tüm çıplaklığı ile duyumsamanın ürünüdür. Estetik fenomen zamanın ve mekanın bir şekilde kesintiye uğramasıyla duyumsanır. Herhangi bir yer ve zamanla nesnel bağı olmadığından dinamik bir fenomendir bu; "canlı ve hareketli bir form"a sahiptir.
Estetiğin etik ile ilişkisi, bize güzelin bilgisini veren estetik duyuyu moral duyu ile analoji içinde anlayabileceğimizi söyleyen İskoç Aydınlanması'na kadar geriye gider. Başta Lord Shaftesbury ve Hutcheson olmak üzere, onlar moral erdemleri estetik duyunun kaynağında görmüşlerdir. Ne var ki, sanatın ahlak ile güncel ilişkisi daha ilginçtir. Özellikle neo-avangard hareketlerle birlikte sanata (sanat değeri olmayan şeylere sanatsal değer atfetmek anlamında) 'kitsch' unsurların girmesi bu ilişkiyi gündeme getirmiştir. Hatta "kitsch üreten kişilerin ahlakının bozuk" olduğunu ileri süren önemli sanatçılar bile görülür (Bu sözler Hermann Broch'undur). Öyleyse bir eserin hangi estetik ölçütlerle değerlendirileceğine bağlı olarak, bu ölçütleri taşımadığı halde, eserin 'sanat' eseri olarak değer kazanmasına yol açan süreçlerin neler olduğu ve bu süreçlerin ahlaki yorumun kapsamına girip girmeyeceği gibi tartışmalar bugün sanat açısından tartışılan çok yönlü konuların yalnızca birkaçını oluşturmaktadır. Sanatın ölümüyle ilgili tartışmalar ise 19. yüzyılın sonunda Georg Simmel konuyu ilk kez açtığından beri sürmektedir.
YAZAR
Kubilay Hoşgör