Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Dün Ortadoğu’da tasarlanan değişim üzerine kısa notlar aktarmıştım. Lübnan hattındaki gelişmelerin sıcak ve güncel tarafı devam ederken bunları konuşmak tuhaf gelebilir. Ancak en azından yakın geleceği okuyabilmek adına biraz daha geriden bakabilmenin değerli olduğunu düşünüyorum.

Bu değişim planının ana aktörü halihazırda en büyük küresel güç olan ABD. Bölgemizdeki en açık müttefiki de İsrail. İngiltere’nin II. Dünya Savaşı sonrasında fiilen devretmiş gibi görünse de, bu sürecin aklı olmaya devam ettiğini unutmamak gerekiyor. Öte yandan bu değişime gönüllü yazılan rejimlerin listesi de hayli kabarık. Önce Gazze, sonrasında Lübnan konusunda sessiz kalanlara bakarsak listeyi rahatlıkla görebiliriz.

SADECE SİYASİ SINIRLAR MI?

Geçmiş üzerinden tanımlarsak, Anglo-Saksonların, Birinci Dünya Savaşı sonrasında bölgemizde kurdukları düzenin, yeniden oluşturulmak istendiğini söyleyebiliriz. Elbette yeni kodlarla ve muhtemelen siyasi sınırların da değişeceği düzenlemelerle.

Bu sadece siyasi sınırların değiştirilmesinden ibaret bir çaba değil. Devlet, siyaset ve değerler üzerinde sarsıcı değişim ve dönüşümlerin arayışı. Dolayısıyla şu an çatışma diye tanımladığımız alanlarda ve sadece şimdilik çatışmanın dışında olan bölgelerde aynı zamanda değerler üzerinden bir meydan okuma söz konusu.

1918 sonrasında İngiltere’nin ortaya çıkardığı ulus devletler, bir yanıyla enerji kaynaklarının kontrolü ve sömürülmesi için dizayn edilmişti. Ancak bu meseleyi sadece petrol ve diğer kaynaklara bağlamak eksik ve yanıltıcı. Neredeyse tam ortasında yaşadığımız bu coğrafya, küresel anlamda hegemonya arayışlarının da merkezini oluşturuyor.

Üç semavi dinin doğduğu, farklı inanç, köken ve kültürlerin asırlardır varolduğu bir alanda ortaya çıkacak tabloyla henüz tam olarak yüzleşmiş değiliz. Öncesi de var elbette. Ama yaklaşık bir asırdan bu yana din, mezhep, etnik köken ve yeni kimlik arayışları üzerinden ortaya çıkan ayrışmaların, hiç olmadığı kadar keskinleştiği bir döneme giriyoruz.

OSMANLI BARIŞI

Bugün İsrail rejiminin uyguladığı işgal ve katliamlardan rahatsız olan vicdan sahibi herkes, bu bölgedeki yaklaşık 400 yıllık Osmanlı barışına sıkça atıfta bulunuyor. Bu aynı zamanda muazzam bir tecrübeye karşılık geliyor. En büyük mirasçısının Türkiye olduğu bir hafıza.

Her büyük ve uzun soluklu barış, aynı zamanda o düzeyde bir büyük gücün varlığıyla mümkündür. Osmanlı’dan koparılan topraklarda pek çok devletin ortaya çıkarılması, aynı zamanda barışı inşa edecek gücün ve zihin dünyasının parçalanmasıydı.

Kuşkusuz 'Osmanlı Barışı' kavramı üzerinde de pek çok tartışma olduğunun farkındayım. Ancak kim ne derse desin her makul ve vicdan sahibi arayışın işaret ettiği nokta orası. Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın geçtiğimiz pazar yayınlanan makalesinden bir alıntı yapmak istiyorum:

“Bugün Ortadoğu feci vaziyette ve Arapların düzenli devlet ve orduları yok. Diplomasileri son derece prensipsiz. Aklı başında hiçbir kimsenin tasvip etmeyeceği örgütler işleri yürütmeye kalktılar. Dört asırlık uzlaşma ve barışçı bir düzeni getiren Osmanlı çekildikten sonra bu memleketler rahat yüzü görmedi. Koca kıtanın haritası ABD’de oyun düzeniyle çiziliyor. Gelişen patlamaların kimleri nereye kadar götüreceği belli değil ama iyi yere gidilmiyor.” (Hürriyet, 6 Ekim 2024)

KURALSIZLIK

Kuşkusuz benim yetersizliğimden kaynaklanıyor olmalı. Bir türlü bu konuyu tartışacak bir zemin sağlayamadım. I. Dünya Savaşı sonrası yakın çevremizde onca devletin ortaya çıkması yetmezmiş gibi, son 40 yılda bu defa “devlet dışı aktörler"in pıtırak gibi etrafımızı sardığını görüyoruz.

İlber Ortaylı’nın Arap ülkelerinin devlet yapılarına ve ordularına getirdiği eleştirinin yanı sıra diplomasilerinin ne durumda olduğunu ifade etmesi de önemli. Ancak devamında “hiç kimsenin tasvip etmeyeceği örgütler işleri yürütmeye kalktılar” değerlendirmesi çok daha can alıcı.

Bundan neredeyse 30-35 yıl önce, geleceğin savaşlarının düzenli ve tek-tip ordular arasında gerçekleşmeyeceğini öngörenler haklı çıktı. Devletlerin siyasi sınırlarının içinde yarı-egemen pozisyonlarda şekillenen bu yapıların bize nasıl bir dünya vadettiği konusunda yeterince kafa yorduğumuz söylenemez.

Bunlarla mücadele etmek bir seçenek, ama maliyeti inanılmaz düzeyde yüksek. Dün de ifade etmiştim. Bu devletimsi yapılar, İran’ın bölgedeki vekil örgütlerinden ibaret değil. Bizi ne kadar yakından ilgilendirdiğini merak eden varsa, sınır komşularımızı hatırlamaları yeterli sanırım.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar