Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Nagehan Alçı Fukuyama vs. Huntington ve Pinker vs. Mearshimer

        2023’ün son günlerine yaklaşırken dünyanın haline bakıyorum ve şu soruyu kendime sormadan edemiyorum:

        Gazze’de yaşanan insanlık dramı, Ortadoğu’daki göç hareketlerine Batı’nın reaksiyonu, Trump’ın ABD’de yeniden yükselişi (Biden sandıktan çıktığında Trump kaybetti ama Trumpizm kazandı, bir sonraki sandığın şimdiden en güçlü adayı Donald Trump diye yazmıştım, ABD’deki gelişmeler bu tezimi doğruluyor-na), özgürlüklerin kalesi olarak görülen Hollanda’da bile sandıktan aşırı sağcı Geert Wilders’ın çıkması, hatta Hollanda’nın son 20 yılda aşırı sağın İslam düşmanlığı yüzü üzerinden yükselen kalesi haline gelmesi, artan otoriter eğilimler ve dört bir yanda güçlenen etnik milliyetçilik…

        Geert Wilders
        Geert Wilders

        Liberal demokrasi hedefi artık bir hayal mi?

        Küreselleşme nostalji mi oldu?

        Çoğulculuk yerini homojen ulus devleti idealine mi bıraktı?

        Bahsi açılmışken hatırlatayım…

        11 Eylül’den hemen sonra İslam karşıtlığı en bariz ve hızlı şekilde Hollanda’da yükselmişti.

        Gençliğinde hızlı bir solcu olarak bilinen Pim Fortuyn göçmen karşıtlığı üzerinden aşırı sağ bir siyaset benimsemiş ve hatta Müslüman göçmenlere sınırların tamamen kapatılmasını önermişti. Söylemleri çok uzun soluklu olmadı, 2002’de bir suikaste uğrayarak hayatını kaybetti.

        Ben Hollanda’da sonraki dönemleri de gayet iyi hatırlıyorum. Pim Fortuyn’dan sadece iki yıl sonra Theo Van Gogh adlı bir yönetmen Sudan asıllı Hollandalı akademisyen Ayaan Hırsi Ali ile birlikte ‘Submission’ (Teslimiyet) adlı bir film senaryosu yazıp çekmişti.

        Geert Wilders filan daha ortada yoktu. Müslümanlara karşı ilk büyük provokasyonlardan biri bu filmdi. Çıplak bir kadın bedeni üzerine kanla Kuran ayetleri yazılmıştı ve İslam’ın kadına eziyet ettiği tezini ileri sürüyordu.

        Tahmin edileceği gibi Submission büyük infial yarattı. Theo Van Gogh suikaste uğradı. Ayaan Hırsi Ali uzun süre polis korumasında yaşadı, daha sonra Hollanda’da can güvenliğim yok diyerek ABD’ye taşındı.

        Yalnızca Hollanda değil, son yıllarda Avrupa’nın bir çok ülkesinde aşırı sağın yükselişini görüyoruz. Avusturya, İtalya, Macaristan, Polonya…

        Yoksa ‘aydınlanma bizi temel insan hakları ve özgürlüklere götürür’ tezinin sonuna mı gelindi?

        Liberal değerler kaybetmeye mahkum mu?

        İnsanlık daha iyiye değil kaosa ve kargaşaya mı ilerliyor?

        Bu yılın sonuna bu karamsar duygular ve sorularla ilerliyorum…

        Bugün size Institute of Art and Ideas (IAI) adlı platformda yayınlanan ve benzer soruların cevaplarını arayan müthiş bir podcastten bahsedeceğim…

        Çok ilginç bir düşünce insanı ve aynı zamanda tarihçi olan Sophie Scott-Brown’ın moderatörlüğünde Steven Pinker ve John Mearsheimer tartışıyor…

        John Mearsheimer
        John Mearsheimer

        Pinker aydınlanmanın insanlığı eninde sonunda liberal demokrasiye götüreceğine inanan, Harvardlı ünlü düşünür. Türkiye’de en çok ‘Zihin nasıl çalışır’ adlı kitabıyla biliniyor.

        Mearsheimer ise dünyanın bugün en etkili siyaset bilim bilimcilerinden biri kabul edilen Chicago Üniversitesi’nin büyük ismi. Katı bir realist.

        İki dünyaca ünlü entelektüel dünyanın geldiği noktada aydınlanmanın bir alternatifi var mı yok mu üzerine tartışıyor.

        Bana 90’lardaki meşhur Francis Fukuyama ve Samuel Huntington tezlerinin çatışmasını hatırlattı. Fukuyama tarihin sonu liberalizmin zaferi ile gelecek derken Huntington ondan birkaç yıl sonra medeniyetlerin çatışacağını söylemiş ve büyük ses getirmişti.

        Steven Pinker
        Steven Pinker

        Pinker aydınlanma teorisinin insanlığı iyiye götürdüğünü savunuyor ve tezini desteklemek için hayat beklentisi, barış, özgürlük, güvenlik, mutluluk gibi kriterleri sıralıyor. Yapılan tüm ölçümlere göre zaman zaman dalgalanmalar olsa da insanlık iyiye doğru ilerliyor, insanlar Batı demokrasilerini örnek alıyor ve oralarda yaşamak istiyor.

        Demokrasilerin sayısı 1800’lere göre bugün daha fazla, çocuk ölümleri azalmış durumda, yaş ortalaması 30’lardan 70’lere çıkmış ve gelişmiş demokrasilerde hayat beklentisi giderek artıyor.

        Mearsheimer aydınlanmanın bir çok konuda ilerleme sağladığını reddetmiyor ancak bu ilerlemenin ahlaki ve siyasi gelişme ile paralel gitmediğini ileri sürüyor.

        İnsanların ‘iyi hayat’ konusunda uzlaşmalarının mümkün olmadığını söylüyor ve argümanını iki maddeye dayandırıyor:

        • 1) İnsanlar ‘politik iyi’ ya da adalet konusunda uzlaşamazlar dolayısıyla bu politik ilerlemeyi engeller, çatışma kaçınılmazdır.
        • 2) İnsanlar birey olmaktan ziyade sosyal varlıklardır, kabilelerin ya da bugünün milletlerinin parçasıdırlar. Milletler eşitlik, adalet gibi ilk prensiplerde anlaşamazlar, bu da mantığın aydınlanmacıların dediği gibi barışa götürdüğü tezini çürütür zira uluslararası sistem anarşisttir, uluslararası sistemde bir otorite yoktur. Milletler ayakta kalmak için birbirleri ile güvenlik mücadelesine girerler ve bu da savaşlara yol açar. Yani mantık barışa değil rekabet ve çatışmaya götürür.

        Steven Pinker insanların bir topluluğa ait olma güdüsünü reddetmiyor ancak demokrasinin ifade özgürlüğü değerini hatırlatıyor ve milletlerin içinde herkes aynı fikirde değildir, bu nedenle farklı siyasi partiler ve tartışmalar vardır, evet dünyada otoriter eğilimler var son dönemde güçlenme trendine girmiş olabilirler fakat hedeflediğimiz özgürlük, eşitlik, temel insan hakları gibi ideallerden geri dönüş yok, o yöne ilerleme devam ediyor diyor. ‘Bazı dönemlerde işler yanlış gidebilir ama 200 yıl önce ile kıyasladığımızda insanlık bugün çok daha iyi bir noktada’ tespitini yapıyor.

        Dünyanın adalet ve eşitlik kavramlarına olan inancı yerle bir eden halini gördükçe John Mearsheimer’ın tezinde haklılık payı bulmak mümkün olsa da hala Steven Pinker gibi liberal demokratik değerlerin ve aydınlanmanın galip geleceğine ve insanlığı daha iyiye götüreceğine inanmak istiyorum.

        Son yıllarda bu yöndeki trend aşağı doğru gitse de dünyada henüz demokrasiden daha adil olabilecek bir sistem yaratılabilmiş değil. Demokrasilerin sayısının artması barışın artması, kurumsallaşmanın kökleşmesi, devletlerin hukuk devletine evrilmesi demek.

        İnsan onuru ve temel insan haklarına inananların nihai hedefi de bu olmalı…

        ***

        Yüreğimize düşen 12 ateş…

        Art arda kötü haberler geldi. İki gündür milletçe yastayız. Tablo çok ağır.

        12 can gitti.

        Uzun süredir terör ile mücadele konusunda iyi bir sınav verilen, çoktandır şehit haberi almadığımız bir dönemdeydik.

        PKK’nın çok zayıfladığı, saldırı kabiliyetinin azaldığı söyleniyordu.

        Peki ne oldu?

        Konuştuğum farklı kaynaklara göre örgütün Türkiye içinde operasyon kabiliyeti ciddi oranda azalmış durumda fakat saldırının gerçekleştiği Hakurk’un Kandil’e bakan bölgesine 2-3 hafta önce sızmalar oldu.

        Son dönemde Türkiye’nin Gazze’ye yönelik tutumu nedeniyle İsrail PKK’ya desteği artırdı. Oradan gelen yardımlar ve Suriye’den katılımlar nedeniyle uyuma döneminde olan güçler yeniden hareketlenmiş görünüyor.

        Bundan sonra sızmalara karşı Türkiye sınırında yeni operasyonlar başlayabilir. Hava kuvvetleri şu an turuncu alarmda.

        Özellikle Diyarbakır, Malatya ve Adana’da hava üslerindeki pilotlar teyakkuzda.

        Maalesef yitirdiğimiz 12 canın ardından yerel seçimler yaklaşırken siyasi ortam yeniden gerginleşebilir