Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ben ve benden büyük olanlar, biz birkaç kuşak, doğduğumuz köyde aynı ekmekle beslenerek büyüdük: “Nanê kurore” diyorlardı bizi büyüten ekmeğe. Bir tür mısır ekmeği yani. Sınırlı tarlaların büyük bir kısmını pirince, geride kalanını da mısıra ayırırlardı bizim köylüler.

        Mısır tarlasına aynı anda üç şey ekilirdi. Mısır, onun dibine çalı fasulyesi, onun yanına da kabak... Üç nimet de boy attığında fasulye, mısırı sırık olarak kullanır, kabak da tarlanın her yerine yayılmış arsız otları geniş yapraklarıyla örterek nefessiz bırakır, büyümelerine izin vermezdi. Bu yöntemi dünyada ilk kullananların Kızılderililer olduğu aklımda kalmış okuduğum bir kitaptan. Bizimkiler Kızılderili görüp onlardan feyz almadıklarına göre bu yöntemi kendileri bulmuş olmalılar. Mısır da fasulye de kabak da başka sebze ve bakliyatla birlikte Amerika’nın keşfinden sonra gelmiş Avrupa’ya, oradan da Mısır ve Şam’a götürülmüş, bu iki merkezden de Anadolu’ya yayılmış derler. Bu yüzden “mısırın” adı her yerde “mısır”; ama bizim oralara Şam’dan gelmiş olacak ki, bizdeki adı “şami”dir mesela. Domates de öyle, bize onu kim getirmiş bilmiyorum, her kim getirdiyse nereden getirdiğini bilmediğinden, daha önce Hindistan’dan Anadolu’ya gelmiş olan mor “patlıcanın” kırmızısı sanmış olmalı onu, ona “bacansor” veya kısaca “patlıcandan” bozarak “bacan” demiş. Ama domates mesela Siverek’e mutlaka Şam’dan gitmiş olmalı ki orada bu güzel sebzenin adı “şamik”tır. Ama mesela yine oraya çok uzak olmayan Mardin mıntıkasında artık hangi Frenk gavuru ulaştırdıysa oraya “firengî”dir domatesin adı.

        Neyse ben “nanê kurore”yi anlatıyordum. Değirmende öğütülen mısır hamurundan böyle yastık büyüklüğünde “nanê kurore” çıkardı tandırdan. Uzun süre bozulmazdı. “Kurore”yi süte doğra, yoğurda doğra, ayrana doğra kaşıkla giriş, çorbayla ye… Neredeyse tek gıda… Tok tutar; başka türlü tekerleğin girmediği o dağlar arasındaki köylerde insanlar katır misali yıllar yılı o kadar ot balyaları, odun yüklerinin altından zor tutunurlardı hayata.

        Beyaz buğday unundan ekmek, sadece bayramlarda pişerdi. Ona “nanê genimî” diyorduk. Bayramlar, buğday ekmeğinden yapılma bayram çörekleri, “tûtik” veya “kade” için beklenirdi biraz. Bayram sabahı kahvaltı sofrasına sıcacık “kade” ve “nanê genimî” gelirdi ki, yayılan kokunun bayram kokusu mu ekmek kokusu mu olduğu birbirine karışır, sıcak, mis gibi kokan buğday ekmeğinin kokusu bayram kokusu diye kuşakların hafızasında kendine bir yer edinmiş olmalı çok eskiden günümüze…

        *

        Serin dağ başı yaylalarında hayat erken başlar. Çocuklardan önce uyanır anneleri. Çocuk uyandığında o günün tereyağını yayıktaki yoğurdun üstünden çoktan almış anne; çocuğun elindeki bir parça “kurore”ye anne taze tereyağını sürer, güneş yamacın başında daha, “haydi yürü, topla arkadaşlarını, gidin güneşi alıp getirin buraya…” Bütün çocukların elinde aynı ekmek, vururlar yamaca… Annelerin emridir; güneş alınıp çadırların arasına getirilecek! Geceleri yatmadan önce, yine elimizde bir parça ekmek… Gökyüzünde yerini beğenmeyen yıldızlar yer kapma yarışında... Her şey Oktay Rıfat’ın dizlerindeki gibi:

        “Ekmek yiyorum yıldızlara bakarak

        Öyle dalmışım ki sormayın

        Bazen şaşırıp ekmek yerine

        Yıldız yiyorum.”

        Geceleri, serin dağ yaylalarında gökyüzüne bakıp yıldız ışığı içmek, taze tereyağı sürülmüş mısır ekmeği üzerine içilen şerbete benzer…

        *

        Mübarektir ekmek. Yere düşerse eğer öpüp başa konulacak. Mektep okunacaksa eğer, onun için okunacak. Elinin ilk tuttuğu şey, sevgilinin elinden önce ekmek olacak. İş aranacaksa eğer, onu yesin diye aranacak. Evin nafakası sayılmış binlerce yıldan beri, çoluk çocuğun rızkı… Her asır, her geçen yıl onu daha da aziz mertebesine ulaştırmış. Her dinde aynı hürmete mazhar, her ideoloji aynı gücü vehmetmiş. Taş onun için taşınmış, dikiş onun için dikilmiş, keşif onun için yapılmış, dünyanın yuvarlak olduğu onun uğruna ispatlanmış, gidilmemiş diyarlara onun için gidilmiş, toprak onun için sürülmüş, onun için delinmiş dağ, dilenen onun için avuç açmış başkasına, kavimler onun için yer değiştirmiş…

        Orhan Veli’nin “Ekmek” adını verdiği bir şiiri var:

        “Dilimin ucunda bir eski arkadaş adı

        Unutulmuş şekilleri taşıyan bulutlar

        Bir gökyüzü genişliğiyle ruhuma dolar

        Otların üstüne sırt üstü yatmanın tadı

        *

        Avucumda sıcaklığını duyduğum ekmek

        Üstümde hatırası kadar güzel sonbahar

        O bembeyaz, o tertemiz bulutlara dalar

        Düşünürüm bir çocuk türküsü söyleyerek”

        Cahit Irgat da “Ekmek gibi ellerin var/sıcacık/seni niçin sevmeyeyim?” diye bir “Irgat Türküsü”nü söylemişti sadece kime söylediğini kendisinin bildiği birisine. Paul Eluard’a göre ise “Ekmek şiirden daha yararlıdır.”

        *

        Elif Batuman’ın “Ecinniler” kitabında var. Semerkand’a gittiğinde duyduğu ilk şey; bu şehir yeryüzünün en temiz suyuna ve havasına sahip olduğundan, dünyanın en güzel ekmeğinin Özbekistan’da yapıldığıdır. En çok ekmekleriyle övünüyorlar Özbekler. Meşhur Özbek ekmeğinin bir de Rusça adı var; “lepyoşka” diyorlar düz, yuvarlak somunlar halindeki bu ekmeğe. Gogol’un, Turgenyev’in, Tolstoy’un romanlarında bol bol bahsi geçer. Özbekler de Kazaklar da Tacikler de Uygurlar da Farslar da Kürtler de Osmanlılar da ekmeğe “nan” veya “non” diyorlar. Ama özellikle Özbek kültüründe ekmek, hayatın birçok evresini işaret eden törenlerde mühim bir yer tutar. Ömürleri uzun olsun diye yeni doğan çocukların başlarının altına “nan” koyarlar mesela. Çocuk yürümeye başlayınca da bacaklarının arasına, hayatı boyunca hep kutlu yolculuklar düşsün payına diye yine ekmek yerleştirilir. Her düğünde, tıpkı bizde de olduğu gibi sofraya mutlaka ekmek getirirler. Düğün günü gelin ile damat aynı ekmekten birer ısırık alırlar. Gerdek gecesinden sonra birlikte yaptıkları ilk kahvaltıda, akşam ısırdıkları o ekmeği yer bitirirler. Eğer bir oğul askere, çalışmaya veya mektep için gurbete gidecekse bir “nan”ı ısırır, o ekmek kurutulur, oğlan gittiği yerden dönene kadar evin tavanında asılı kalır. Bizim geleneksel hayatımızda olduğu gibi ekmek zinhar bıçakla kesilmez.

        *

        Semerkand ekmeğinin namı dillere destan ya, günün birinde Buhara emiri Semerkand’ın en iyi ekmekçisini bulup, ona o meşhur ekmekten pişirmesini emreder. Bulurlar adamı, adam Semerkand’ın ununu, suyunu ve odununu yanına alarak Buhara’nın yolunu tutar. Ekmeği pişirir. Ekmekten anlayan, emirlikler arasında değişen tatları bir tadımda hemen fark eden işin erbabı bir uzman, adamın pişirdiği ekmeği tadar ve Buhara emrine “bu ekmek Semerkand ekmeği değil mirim” der. Emir bu, demiri bile keser. Tez elden fırıncının kellesini kesmelerini emreder ancak son anda adamın diyecek bir şeyi olup olmadığını öğrenmelerini emreder. Adam emirin huzurunda kendini müdafaa eder; “haklısınız mirim, Semerkand’dan gelirken şehrin ununu, suyunu ve odununu alıp geldim buraya ama bir şey eksikti, onu getirmedim, eksik olan şey Semerkand’ın havasıydı, bu yüzden ekmeğim hakiki Semerkand ekmeği olarak çıkmadı fırından,” der. Emir fırıncıya hak verir, canını bağışlar.

        Elif Batuman kitabında şunları yazar:

        “Semerkand ekmek satıcıları, dünyanın başka yerlerinde popüler olan o soyut ya da yenmesi imkânsız ‘ekmek’in temsiline güvenmez, onun yerine, iri demir bir çiviyle bir tahtanın üzerine, imza diye yaptıkları bir ‘lepyoşka’yı çakarlardı, tıpkı İsa’nın bedeni gibi. Bu tabelaya bakmak soyut düşüncenin ilk pırıltılarına bakmak gibiydi. Bir tahtaya çivilenen ekmek somunuyla herhangi bir fırında, herhangi bir vitrinde duran bir somun ekmek arasında ne fark vardır? Her ikisi de orada ekmek satıldığını belirtir ama fırın vitrininde gördüğünüz ekmeği gerçekten alıp yiyebilirsiniz. Semerkand’da ekmek, gösterge adına feda edilir; bir tahtaya çivilenip bütün gün, belki de günler boyu güneşte bırakılarak yenmez hale getirilir.”

        *

        Eskiden, “ekmekler bozulmadan” önce yani, evleri fırına, bakkala yakın olanlar, ekmek almaya her çocuğu göndermezlerdi. En güvendiklerine verirlerdi bu vazifeyi. Zira fırından yeni çıkmış, rayihası mest eden, harareti el yakan, görünüşü akıl alan taze ekmeğe hiçbir aç çocuk dayanamaz; eve varıncaya kadar ucundan azıcık yiye yiye, ekmek yerine eve eli boş döner. Duyulan her ekmek kokusu, duyanı alır götürür çocukluğuna. Şahane şair Didem Madak’ındır şu dizeler:

        “İnsan çıtır ekmeği ısırdığında

        Kırıklar dolar kucağına,

        İşte orası umudun tarlasıdır.

        Ve orada başaklar ağırlaştığında,

        Sayısız ah dökülürdü toprağa...”

        Çocukluğumda, şehrimizin tek lokantasını işleten Tahir abi, yemeğin yanında ekmek bedava olduğu için, çoğu kişi bir tas mercimek çorbasıyla birkaç somun indirirdi mideye. Hesap vermeye gelince de Tahir Usta, “Yediğin ekmeğin parasını ver, çorba bizden olsun”diye takılırdı gülerek onlara.

        Siz de merak etmişsinizdir, fırından çıkmış ekmeği boydan boya kesen “elif”e benzer çizginin anlamı nedir diye. Ben de merak ettim. Meğer bilmediğimiz bir tarihte, Hıristiyanlarla Müslümanların beraber yaşadığı bu coğrafyada Hıristiyanlar; yedikleri nimet Tanrı, Oğul ve Kutsal Ruhu hatırlatsın diye, yani Teslis inancına binaen, ekmeğin üzerine üç çizik atarlarmış. Böylece ekmeğin hangi fırından çıktığı hemen anlaşılıyormuş. Bunu gören Müslümanlar da Allah’ın biricikliğini hatırlatsın diye “elif” şeklinde tek çizik atmaya başlamışlar. Bu gelenek, işin erbabının elinden babadan oğula geçerek bugüne gelmiş.

        *

        Buğdayın bundan on iki bin yıl önce Karacadağ’da, sonra memleketim olan Zap boylarında keşfiyle birlikte insan soyunun devamı sağlanmış. Buğday ekmek olmuş, ekmek insanı ayakta tutmuş. Ancak gelin görün ki, ekmeği her türlü besinin önüne koyan bizler, neredeyse makarnayı da ekmekle yiyen bir toplum haline gelmişiz zamanla.

        “İnsan ne yerse odur” diyen Alman felsefeci Ludwing Fuerbach’ın nazariyesine göre beslenme insanın hem ahlakı hem de siyasi fikri üzerinde önemli bir etki yapar. Filozof der ki:

        “Yiyecekler kana, kan kalbe ve beyne, düşüncelere ve ortak zihniyetlere dönüşür. İnsani gıda insani eğitimin ve zihniyetin temelidir. Eğer halkı düzeltmek istiyorsanız günah işlememe konusunda nutuk atmak yerine onlara daha iyi yiyecekler verin. İnsan ne yerse odur. Her kim yalnızca bitkisel gıdalarla beslenir ise o kişi yalnızca vejetatif bir varlık olarak yaşamını sürdürür, azim sahibi değildir.”

        Bu fikre bütün kalbiyle inananlardan birisi de büyük yazı ustası Çetin Altan’dı sanırım. Bir denemesinde de yazdı. Etrafına toplanan herkese, bir yolunu bulur “kalın dışkıya” dair o meşhur hikâyeyi mutlaka anlatırdı. Vakti zamanında yazdığına göre, DP’nin Zonguldak milletvekili dayısı Cemal Kıpçak anlatmış ona hikayeyi. Çetin Altan’ın Dedesi Hasan Paşa üsteğmenliğinde staja gönderilmiş Almanya’ya ve on yılı aşkın bir süre orada unutulduğu için, Alman ordusunda önce yüzbaşılığa, sonra da binbaşılığa terfi etmiş.Ancak Alman komutanlar uyarmışlar kendisini, “daha öteye gidemezsin” diye. Dedesi de o zamanki Genelkurmay’a, bir mektup yazıp Almanya’da unutulduğunu bildirmiş. Ve derhal geri alınıp, o sıralarda İsmet Paşa’nın da öğrencisi olduğu Topçu Okulu’na müdür yapılmış. Birinci Dünya Savaşı patlayınca da Çanakkale ordularına komuta edecek olan Liman Von Sanders İstanbul’a gelir, Çetin Altan’ın dedesi kendisine yaver atanır. Almanlarla cihan harbine birlikte girdiğimiz için Alman General Liman Von Sanders, Selimiye Kışlası’ndaki makam odasına girmeden önce eratın kullandığı kenefleri görmek istemiş. Hikayenin gerisini şöyle anlatır Çetin Altan:Liman Von Sanders, Selimiye Kışlası’nın helalarını denetlerken dedem de yanındaymış. Alman Feldmareşali bir kubura doğru eğilmiş ve:Hiç böylesini görmedim,’ demişti; ‘kol kalınlığında ve dört lüle...’Sonra dedeme dönmüş: Hemen Alman Genelkurmayı’na bir şifre çekin, iki b... uzmanı gelsin, demişti. Gelen b… uzmanları, yaptıkları incelemelerden sonra, şu sonuca varmışlardı: Türkler, yılda 25 yavru yaptığı için çok ucuz olan domuz etini yemediklerinden ve yılda tek yavru yapan koyunla, inek eti de çok pahalı olduğundan yüz gramlık biftekten alabilecekleri kaloriyi, iki okkalık somundan alabiliyorlar. O yüzden hazım için midelerinde yoğunlaşan kan, yeterince gidemiyor beyinlerine ve dışkıları çok kalın, göbekleri de büyük oluyor. Dayım, dedemin kendisine gösterdiği o gizli raporları anlatmıştı bana.(Çetin Altan, 9 Nisan 2002, Milliyet)

        Gerçi tahılla beslenmiş kavruk Anadolu çocukları “Mehmetler”, uzak kıtalardan gelmiş, domuz etiyle beslenmiş semiz “Conilere” Çanakkale’de geçit vermediler ya, o ayrı bir mesele…

        *

        Buğdayın keşfi, dolayısıyla tahıldan yapılmış ekmek, insan soyunun yok olmasının önüne geçti. Ancak zaman ilerledi, insanı ayakta tutan aynı buğday, bu kez şişmanlatmaya başladı onu, şişmanlık da bir sürü hayatı alıp götürüyor şimdi. Bir gün bir televizyon programında büyük türkü ustası Musa Eroğlu’yla yapılan bir mülakata denk geldim. Ekmek yemeye, kilo almaya falan da geldi söz bir ara. Meğer dedeye de “ekmek yeme, sağlığın bozulur” demişler. Ona bunu söyleyenlerin söylediklerini hatırlatarak şu sözler döküldü dedenin ağzından:

        “Kırk yaşından sonra ekmek bulduk, şimdi de yeme, şişmanlarsın diyorlar bana.”