Kime, hangi edebiyat eleştirmenine, işin erbabına, sıradan meraklı roman okuruna “Bana, dünya edebiyatından beş romancı say” deyin, sayacağı beş yazar arasında mutlaka Dostoyevski’nin adını anar. Hele bu soruyu biraza daha daraltıp, “Ya Rus edebiyatından üç romancı?” diye sorarsanız, Tolstoy’dan sonra Dostoyevski ikinci sırada, bazen de birinci sırada yer bulur kendine muhakkak.
Ama mesela, kendisi de büyük bir yazar olan, aslen Rus olup payına sürgün düştüğünden kitaplarını İngilizce yazmış, Amerika’nın çeşitli üniversitelerinde “Rus edebiyatı derslerini” vermiş olan Vladimir Nabokov, Dostoyevski’yi; bırakın dünya edebiyatını, “Rus düzyazısının” bile “en büyük sanatçıları” arasında görmez. Dostoyevski yazar olarak onun listesinde beşinci sırada bile değildir.
Ona göre Rus edebiyatının en büyük yazarı Tolstoy’dur. Tolstoy’u Tolstoy yapan, ustaları Puşkin ile Lermantov’dur. İkisi de saçma sapan birer düelloda can vermiş olan bu iki büyük şairi bir yana bırakırsak; Nabokov kare asını şu şekilde serer masaya:
“Bir, Tolstoy; iki Gogol; üç Çehov; dört Turgenyev.”
Nabokov bu sıralamayı “biraz öğrencilere not vermek gibi bir şeye” benzetir. Buna göre Dostoyevski’ye, “aldığı kötü notu konuşmak için” hocanın kapısında bekleyen şaşkın bir talebe muamelesi yapar.
*
Peki neden böyle? Neden bütün cihanın, tam iki yüz seneden beri dünya edebiyatının en büyük yazarlarından birisi olarak kabul ettiği, karanlık, karmaşık dehlizlerle dolu insan ruhunun en derin yeri neresiyse oraya kadar inmiş, birçoklarının “peygamber” mertebesine ulaştırdığı Dostoyevski’ye bu kadar kötü “bir not” verip onu “vasat” bir yazar mertebesini uygun görüyor Rus edebiyatı hocası?
“Rus Edebiyatı Dersleri” (İletişim Yayınları) kitabında bu soruya uzun uzun cevap veriyor Nabokov.
Bir kere Nabokov, Dostoyevski’yi “savruk” bir yazar olarak görüyor. Filozof tarafına gelince; “Yunan-Katolik Kilisesi, mutlak monarşi ve Rus milliyetçiliğine bağlılık” olarak özetlenebilecek “gerici politik inancı”yla da “tutarsız” bir filozof olarak görür. Ve en önemlisi, Sibirya’da sürgündeyken, yani o korkunç “ölüler evinde”yken tanıştığı ve bütün benliğiyle bağlanıp iflah olmaz bir “dinciye”, dolayısıyla sözünü dinletmek isteyen bir “vaize” dönüşmüş halinden bu yüzden “nefret” eder. Hele bu “vaiz” tarafını edebiyatına yansıtması yok mu? İşte burası Nabokov’u “sinir” ediyor, “gıcık kapıyor” onun bu “vaiz” yanından. Romanları hep gergin bir ip üzerinde yürür Dostoyevski’nin. O gerginlik okura da yansır. Kahramanları söz alır ve uzun uzun tiratlarla “vaaz vermeye” başlarlar. Belki başka birisi yazsa birkaç satırdan sonra kendimizden en uzak yer neresiyse oraya fırlatacağımız o kitapları Dostoyevski çapında bir yazar bu “berbat, dinci fikirleri” bize o kadar büyük bir incelikle, ustalıkla okutur ki, onun bu “vaazları” bir süre sonra bize de “ilginç” gelmeye başlar. Başta roman içinde “kusur” olarak görünen bu fikirler zamanla romanı roman yapan bir malzemeye dönüşür. Biz bu durumu, onun büyük yazarlığına bağlayıp onu gözümüzde daha da yüceltirken; Dostoyevski’nin içinden yükselen bu “tiz sesli vaiz” Nabokov’un her şeyine dokunuyor. Ona göre bu yüzden Dostoyevski “büyük bir yazar” değil, “hayli vasat bir yazardır”, sanatında “mükemmel mizahi parıltılar” olsa da “bu parıltıların arasında yavanlıklarla dolu çorak araziler uzanır.”
Şunları yazar Nabokov:
“Bütün karakterlerin ‘günahın içinden gelerek İsa’yı bulma’larından, yahut Rus yazarı İvan Bunin’in dobra dobra söylediği gibi, ‘İsa’nın her tarafa dökülüp saçılması’ndan hoşlanmıyorum. Nasıl ki müzik kulağım yoksa, Dostoyevski’nin Peygamber’ini duyacak kulağım da yok maalesef.”
Nabokov’a göre aslında Dostoyevski bir “oyun” yazarıdır fakat o “yanlış yola sapıp romanlar yazmıştır.”
Talebelerine verdiği Dostoyevski’yle ilgili ilk derse Nabokov, “Dostoyevski’yi madara etmek için sabırsızlanıyorum,” diye başlar.
(Bunları Nabokov’dan okurken aklıma hınzır bir soru geldi. Sahiden; Dostoyevski Müslüman olsaydı, Türk, Arap, Fars fark etmez, herhangi bir devletin hışmına uğrasaydı, bütün çektiklerini Sibirya’da değil de Ortadoğu’da bir yerlerde, mesela vaktiyle vahşetin mekânı olan Diyarbekir Cezaevi gibi bir yerde çekseydi, orada, o korkunç mekanda bütün ümidini yitirip Allah’a sığınsaydı, sabah akşam Hz. Muhammed deyip salavat getirseydi, hapishaneden kurtulduktan sonra oturup o görkemli romanları, “Ölüler Evinde Notları”, “Suç ve Ceza”yı, “Budala”yı, “Ecinniler”i, “Karamazov Kardeşleri” Türkçe, Arapça veya Farsça yazsaydı, kitaplarında geçen bütün “İsa” kelimesinin yerini “Hz. Muhammed” alsaydı; “Bir Yazarın Günlüğü” gibi bir dergi çıkarıp orada Arap, Fars veya Türk milliyetçiliği yapsaydı, “Viyan’a bizimdir, Paris bizimdir, hele Moskova öz malımızdır, Rusları Japonya’ya, Balkanlardaki Hıristiyanları Amerika kıtasına süreceğiz, Moskova’daki bütün kiliseleri cami yapacağız” gibi abuk sabuk fikirler ileri sürseydi, tam iki yüz seneden beri dünyanın en büyük yazarı payesini muhafaza edebilir miydi? Ne yaman soru(n)dur bu! Üzerinde düşünmek ne kadar zevkli! Neyse biz konumuzdan sapmayalım.)
*
Dostoyevski’yi “hayli vasat bir yazar” yapan şeyin kökünü, büyük yazarın hayatında arar Nabokov.
Dostoyevski’nin babası, nasıl öldürüldüğü açıklığa kavuşmayan, bir tür faili meçhule gitmiş “zalim bir adiydi” Nabokov’a göre. Birçok kişi bu baba-oğul meselesini “Karamazov Kardeşler”de dile getirdiğini, İvan Karamazov’un babasının öldürülüşüne yaklaşımını yazarken Dostoyevski’nin “otobiyografik bir malzemeden yararlandığını” söyler. İvan, gerçek katil değildir ama önleyebileceği cinayeti de önlemeye çalışmaz, dolayısıyla da “baba katili” olur. Gerçek hayatta, Dostoyevski’nin babası arabacısı tarafından öldürülmüştü. Travma burada başlar. Bizde de benzer bir örnek var. Yaşar Kemal’in babası da çok küçük yaşlarda onun gözleri önünde, babasının beslemesi tarafından bıçaklanarak öldürülür. Yaşar Kemal o anda dilsizleşir ve bir korku sarar her yanını. O dilsizlik dokuz yaşına kadar sürer, o korku ise (beslemenin gelip kendisini de öldüreceği) yakasını hiç bırakmaz. Çok sonra yazdığı ve külliyatında bana göre şaheseri olarak kabul edilmesi gereken meşhur “Kimsecik Üçlemesini” yazar. Birçok eleştirmenin hemfikir olduğu üzere; babasının arabacısı tarafından öldürülmesinden sonra Dostoyevski, tıpkı çok sonra şaheseri “Karamazovlarda” anlatacağı gibi, “dolaylı bir suçluluk bilinci” içinde yaşar.
“Nevrotik bir insandı Dostoyevski” der Nabokov. Genç yaşından itibaren, oldukça gizemli bir hastalık olan saradan mustaripti, sık sık nöbet geçiriyordu, birkaç saniye ölüyor, sonra tekrar diriliyordu. Bütün bunların üstüne gelen o korkunç kurşuna dizilme hadisesi (bir kalede idamını beklerken, ilginçtir, kalenin komutanı, Vladimir Nabokov’un atalarından General Nabokov’dur) ve son anda, idam mangası karşısında, silahlar tam patlayacakken kurtulması, arkasından yaşadığı altı yıllık “ölüler evi” macerası, dört yıllık askerlik, hepsi üst üste gelince, ister istemez, olup biten her şey onu bir büyük kurtarıcıya “İsa”ya yaklaştırdı. İçinden taşan, Nabokov’un nefret ettiği “vaiz” de bu sırada kürsüye çıktı. Nabokov’a göre, Dostoyevski “Ölüler Evinden Anılar” kitabında anlattığı ortamda aklını tamamen yitirmemek için bir “kaçış yolu” bulmak zorundaydı; bu yolu da “o yıllarda geliştirdiği nevrotik Hıristiyanlıkta” buldu.
*
Babası mühendis olsun istiyordu, o ise yazar olmak derdindeydi. Babasının dediği oldu, ama mühendisliği kısa sürdü, 23 yaşındayken bu görevden ayrıldı ve ilk kitabı “İnsancıklar”ı yazdı.
Kitap bomba olup edebiyat ortamına büyük bir gürültüyle düştü. “İnsancıklar” hemen bir edebiyat olayı oldu çıktı. Herkesin tekrarladığı anekdotu Nabokov da nakleder.
Dostoyevski’nin bir arkadaşı, o zaman bir edebiyat otoritesi olan ve en etkili edebiyat dergisi “Çağdaş”ı çıkaran Nekrasov’a kitabını götürmesi için Dostoyevski’yi ikna etti. Derginin bürosu önemli bir edebiyat mahfiliydi. Buraya Turgenyev, Tolstoy , Çernişevski gibi yazar ve eleştirmenler sık sık uğrardı. Bu dergide, tıpkı vaktiyle bizdeki “Varlık” gibi, bir ürünün yayınlandıysa, edebiyatçı olarak rüştünü ispatlamışsın demekti. Dostoyevski utana sıkıla, müsveddesini vaktiyle bizde Yaşar Nabi’ye benzeyen Nekrasov’a bırakır. O gece yatağa titreyerek girer, “benim ‘İnsancıklar’ımla alay edecekler” tedirginliğiyle yatakta dört döner, uyuyamaz. Tam tilki uykusuna dalmışken, sabahın saat dördünde kapısı çalınır, uyku sersemi kapıyı açar, kapıda Nekrasov var. Hemen orada Dostoyevski’nin boynuna sarılır Nekrasov, onu şapur şupur öpmeye başlar. Müsveddeyi akşamdan okumaya başlamış, bu saatte de bitirip buranın yolunu tutmuş, sabahı bekleyememiş. O kadar hayran kalmış ki, bu hayranlığı bu hiç de uygun olmayan saatte bildirmeye gelmiş. Uyku ne ki, bu uykudan çok daha önemli bir hadiseydi.
Dostoyevski’nin kanatları olsa uçacaktı.
Nekrasov, elinde “İnsancıklar” müsveddesi, Rusya’nın gelmiş geçmiş en büyük edebiyat eleştirmeni, bir zamanlar bizdeki Nurullah Ataç veya Fethi Naci’ye benzeyen Belinski’nin kapısını çalar. Elindeki romanı göstererek, “Yeni bir Gogol doğuyor efendi” diye sevinçle bağırır. Belinski soğuk bir tavırla, “Sana kalırsa her yerden mantar gibi Gogol bitiyor,” diye cevap verir umursamaz görünerek. İstemeden romanı okur ve çarpılır, bir an önce bu genç yazarla tanışmak ister Belinski. Dostoyevski sadece kendisinin gördüğü kanatlarını çırparak büyük eleştirmenin huzuruna çıkar. Belinski onu coşkun övgülere boğar.
“İnsancıklar” Nekrasov’un dergisinde yayınlanır, muazzam bir ilgiyle karşılanır.
Nabokov’a göre Dostoyevski tek atımlık tabancaydı. Arkasını getiremedi. Şaşılası bir edebiyatçı kibrine büründü, ben oldum diye ortalıkta gezinmeye başladı. Yeni serseri arkadaşlar edindi, kibirli, kaba, adabımuaşeretten bihaber bir herif oldu çıktı. Bu sırada Turgenyev onu, “Rus edebiyatının burnundaki yeni bir sivilce olarak” nitelendirdi.
Başına ne geldiyse, bundan sonra geldi.
*
Belinski’nin kimseyi yanına yaklaştırmadığı, Nabokov’un “kare asında” ikincilik sırasını uygun gördüğü, Dostoyevski’nin “Hepimiz onun Palto’sundan çıktık” dediği Nikolay Gogol kimdi peki?
Gogol, kendisinden önce Puşkin ile Lermantov’un yazdığı şiirleri saymazsak, “işte roman” diyebileceğimiz hiçbir şeyin yazılmadığı bir ortamda Ukrayna’dan Petersburg’a gelerek (Yaşar Kemal ile Orhan Kemal Adana’dan, Sezai Karakoç Diyarbekir’den, Cemal Süreya Dersim’den, Yusuf Atılgan Manisa’dan İstanbul’a gelmişlerdi) önce “Müfettiş” adında bir piyes, sonra “Ölü Canlar” adında bir roman, ardından da “Palto” adında bir hikaye yazmış büyük bir dâhiydi. Eğer büyük hikayeler, şehre bir insanın gelmesiyle başlıyorsa, Gogol’un kahramanı Çiçikov’un “N.” Şehrine gelmesiyle başlayan hikaye bu büyük hikayelerin galiba ilkidir. Bu esrarengiz adam “ölü can” arıyor. O da ne demeyin. Serfler, ölen köle köylülerini “ölmüş” diye bildirmiyorlar hükümete. İşte Çiçikov, kağıt üstünde yaşıyor görünen ama gerçekten ölmüş olan bu “canları” sahiplerinden satın alarak bir yığın “sanal köleye” sahip bir adam olmak istiyor. Neden bunu istiyor diye sormayın, Gogol bu soruyla uğraşmıyor, en iyisi kitabı okumadıysanız okuyun derim, belki cevabını kendiniz bulursunuz.
Gogol da tuhaf bir heriftir. Mektep talebesiyken inatla caddenin ters tarafında yürür, pabuçlarını ters giyer, gece yarısı uyanır, sabah olmuş gibi hayata başlar. Okul biter bitmez, çoğumuzun yaptığı gibi ben de bir otobüs bileti parasını bir arkadaşımdan borç alıp İstanbul’a gelmiştim; Gogol da okulu bitirir bitirmez çalışmak üzere Ukrayna’dan Petersburg’a gider. Önceleri tek bir amacı var, bu şehirde Puşkin’i bulup onunla tanışmak. İş aramadan önce Puşkin’i arar, işten önce onu bulur. Çılgınca hayrandır ona, o kadar erken bir saatte şairin kapısına dayanır ki, uşak görüştürmez, “uyuyor” der, “Ah canım, tüm gece çalışmıştır demek,” der sevecenlikle, “Evet, tüm gece iskambil oynadı,” der uşak. Nihayet 1831 yılında Puşkin’le bir partide tanışır. Nabokov’a göre Puşkin “Palto” ve “Ölü Canları” okumadan ölür ancak Gogol ona “Ölü Canlar”ın ilk müsveddesinin birinci bölümünü okuduğunu, Puşkin’in “Tanrım, Rusya ne acıklı halde” diye bağırdığını söylediğini kaydeder.
Puşkin ile Lermantov Rus edebiyatının iki kurucu babasıysa, Gogol onların attığı temelin üzerinde yükselen sağlam binanın kilit taşıdır.
Nabokov’un ona dair yazdıklarını okurken, yine Yaşar Kemal’le tuhaf bir benzerlikleri daha geldi aklıma.
Nabokov, Gogol’un hasta, tuhaf bir yaratık olduğunu söyler. Eserlerinin onca başarısı yetmez ona. Herkesin onun kuyusunu kazdığını düşünür. Bu yüzden hep kaçar. Avrupa’ya kaplıcalara atar kendini. Şikayeti belirgin olmadığı için hastalığının tedavisi de zordur. Aniden ağır bir melankoli çöküyor üzerine, bulunduğu yeri değiştirmezse boğulacak sanıyor. Bir yeri ağrımaya görsün, hemen panikliyor, titremeye başlıyor, ne kadar giyinirse giyinsin ısınmıyor. Tek şifası uzun yürüyüşlerdir. Yaşar Kemal’le benzerliği dediğim şey de bu. Yaşar Kemal yürüyerek roman yazardı. Evden çıkar, saatlerce yürür, yürürken yazacaklarını bir bir hafızasına kaydeder, eve geldikten sonra daktilonun başına geçer, yürüyüşte kurguladıklarını yazmaya başlardı. Ama Gogol’ün böyle bir şansı yoktu. Ne kadar uzun yürürse, yürüyüş hastalığına o kadar iyi geliyor. Çünkü ona da tıpkı Yaşar Kemal gibi ilham yürüyüş sırasında uğruyor. Yaşar Kemal kurguladıklarını yazabiliyor, Gogol ise oturup yazamıyor, hastalığı oturmasına engeldi çünkü. Daima seyahat ve yürüyüş halinde olduğundan külliyatı birkaç eserden öteye gitmedi Gogol’ün.
Üç kitapla, biri oyun, biri roman, biri hikaye; “Müfettiş”, “Ölü Canlar” ve “Palto”yla, Murat Belge’nin deyimiyle “o zamana kadar duyulmamış bir sesi, bir dâhinin sesini” yükseltti semaya ve “o ses” o günden bugüne her yerde yankılanmaya devam ediyor.
Nabokov’a göre; Tolstoy, Turgenyev, Çehov, Dostoyeski gibi dev yazarların “Palto”sundan çıktığı Gogol, edebiyatın hasta ruhlarda bir uyum ve huzur hissi yaratarak, o ruhları iyileştirmeyi hedeflemesi gerektiğini Rusya’da ilk keşfeden yazardı.
*
Nabokov’un kare asındaki dördüncü as olan Turgenyev’e gelince…
Dostoyevski’nin babası, Nabokov’un deyimiyle ne kadar “zalim bir adiyse”, Turgenyev’in varlıklı ailesini idare eden annesi bir o kadar “zorba” bir kadındı. Bulduğu her fırsatta oğlunu kırbaçla dövüyordu. Turgenyev, malikanelerinde insanlık dışı bir muamele gören serflere üzülüyordu, bu durum annesinin zoruna gidiyordu, bu yüzden onu sefalete mahkum etmişti. Annesi ölünce, bütün köleleri serbest bıraktı. 1861’de “toprakta serflik kaldırılınca” da hükümetle iş birliği yaptı.
İlk romanı “Avcının Notları”nda serflik meselesini nasıl bir dille anlattıysa artık, Javier Marias’a göre Çar Aleksandır kitabı okuduktan iki gün sonra kölelerin azat edilmesi emrini verir, Çariçe de en az iki sefer sansür görevlilerine Turgenyev’e ilişmemeleri emrini...
Turgenyev, yaşadığı süre boyunca hep Rusya’nın dertlerini yazdığı halde, saldırılara hedef olur, Rusların nefretini kazanmış ender yazarlardan birisidir. Rus halkına göre Turgenyev, “son derce Batılılaşmış, mesafeli, ateist ve havai, zamanının çoğunu Fransa, İngiltere ve Almanya’da keklik avlayarak geçiren bir züppe”ydi; bizde olsa “Boğazda viski içip ahkam kesenler” kategorisinde ilk sırayı alırdı. Hatta onun için, “Avrupa’da bir teleskop almış, sabahtan akşama kadar Rusya’da olup bitenleri izliyor” dedikodusunu yapanlar bile vardı.
Avrupa’da olması, Rusların zoruna gitse de çoğu zaman Tolstoy’un da Dostoyevski’nin de işini kolaylaştırır. Tolstoy da Dostoyevski de Avrupa’da varlarını yoklarını kumar masasında bırakınca ona koşarlar. Turgenyev ikisine de borç verir. Dostoyevski borcunu dokuz sene geciktirmekle kalmaz, bulabildiği her fırsatta Turgenyev’e saldırır. Turgenyev, Dostoyevski’nin bu saldırılarına pek gücenmez, “geçirdiği sara nöbetlerindendir” der geçer.
1862’de yazdığı “Babalar ve Oğullar”ın kahramanı Bazarov, büyük bir tartışma yaratır. Edebiyat ortamına “nihilist” kavramı bu romanla girer. Fikrilerinden dolayı solcular topa tutar Turgenyev’i, sağcılar da hakeza. Romanın kahramanı Bazarov, saldırgan bir materyalisttir. Hiçbir şeye inanmıyor ne din ne ahlak hiçbir değer onun için mühim değildir. Deneyle ispatlanmamış hiçbir şeyin kıymeti yoktur. Radikal solcular Turgenyev’e öfkelenirler, kendi fikirlerinin bir karikatürü olan Bazarov, karşıtlarına malzeme veriyor derler. Turgenyev’i “bitik adam” ilan ederler. Turgenyev şaşırır, ne diyeceğini bilemez. O zamana kadar “ilericiliğin rol modeliyken” bir anda kendini “iğrenç bir umacı” olarak bulur. Nabokov’a göre Turgenyev kibirli biriydi. Şöhret onun için çok önemliydi. Çok gücenir, hayal kırıklığına uğrar, dünyası altüst olur, bir anda çevresi boşalır, yapayalnız kalır. O sırada memleket dışındadır. Oradayken karşılaştığı muamele onu iyice küstürür ve hayatının geri kalanını Avrupa’da kendi kendine uygun gördüğü “sürgünde” geçirmeye karar verir.
*
Başka yazılarda anlattığım Tolstoy ile Çehov’u bir yana bırakırsak, Nabokov’un liste dışı bıraktığı, hocasının kapısında “bana neden kötü not verdin” diye bekleyen Dostoyevski’den rol çalarak kare ası tamamlayanlardan Gogol 1852 yılında Moskova’da, hasta yatağında ağzında burnunda kanını emen sülüklerle boğuşa boğuşa öldüğünde 43 yaşında. Turgenyev ise Paris’te iki yıl süren bir hastalıkla pençeleşerek Eylül 1883’te öldüğünde 64’ünde… Cenazesi Petersburg’a getirildi. Tabutunun arkasından mezarlığa binlerce kişi yürüdü. “Tören alayı en az üç kilometre uzunluğundaydı” der Nabokov.
Böylece yaşarken görmediği saygı, ölü bedenine nasip olur.
*
Tekrar başa dönecek olursak, her ne kadar Nabokov Dostoyevski’yi ilk beşe bile almasa da iyi ki edebiyat okurları onun gibi düşünmüyor…