“Asri” kelimesinin revaçta olduğu yıllardı. “Sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitleden” el çabukluğuyla hepimizden “saf bir ulus” yaratılıyordu. İmparatorluk geride kalmış, “ümmetten millete” geçmiş, burada da durmamış, şimdi “milletten ulusa” geçiyorduk. Yeni bir “anlatı”nın, yeni bir “tarihin”, yeni bir “dil”in, yeni bir “edebiyatın”, yeni bir “ideolojinin”, yeni bir “alfabenin”, yeni bir “hayatın” temelleri atılmış, her şeyin kitaba uygun gelişmesi, yerleşmesi için canla başla çalışılıyordu. Madem her şey “yeni” yani “asriydi” (ki “çağdaş” kelimesi daha hayatımıza girmemişti) o halde mezarlıklarımız da “asri” olmalıydı. Buna örnek teşkil edecek ilk mezarlığın yeri de “hepimizin toplanma alanı” İstanbul şehri olmalıydı. (“Asri”nin yanında “modern” kelimesi de dolaşıma girmişti ama ahalinin dili bu gavurca kelimeye pek dönmediği için herkes onu “moderın” diye telaffuz ediyordu. Muzip yazar Refik Halit Karay bu “asri” kelimesiyle fena halde dalga geçer. 21 Eylül 1945’te Akşam Gazetesi’nde çıkan bir yazısında, “İsminden dolayı çok kimse burada yatmak istemez. Asri mezarlık deyince insan orada caz gürültüsü arasında sarhoş çiftler dans edecek hem rahatı kaçacak hem haysiyeti kırılacak vehmine düşer” der.)
İşte “Zincirlikuyu Asri Mezarlığı”nın temelleri o yıllarda atıldı. 1935 yılında mezarlık bitip “taze ölüyü” beklemeye başladığında her şeyiyle “asri”ydi. Asri mezarlık hem Avrupalılarınki gibi şehir dışında hem geleneksel mezarlıklarımız gibi, kabirlerin rastgele dizildiği, karmakarış bir halde değil, belirli bir düzen içindeydi, hem de içinde Türkiye’nin ilk ve tek krematoryumu vardı. Ne de olsa “tek kültürlü, çok dinli” bir toplumduk, ölülerini gömmek istemeyip yakmak isteyenler de olabilirdi içimizde, onlara da saygı göstermek lazımdı!
*
Oraya gömülecek ilk kişi önemliydi, o mühim şahsiyet ha bugün ha yarın “ben öldüm” diye ortaya çıkacaktı nasılsa. Mezarlığın açılışı da Batı geleneklerine uygun, yani “asri” olmalıydı. Tören de hakeza… O mühim şahsiyet büyük bir törenle oraya defnedilecek, o törenle birlikte mezarlık resmen açılacaktı.
Asri mezarlık ölecek mühim şahsiyeti bekleyerek hazır vaziyette iki yıl geçirdi, o kişi bir türlü ölmek bilmedi. Nihayet 12 Nisan 1937 günü, asri edebiyatın öncülerinden, Şair-i Azam lakaplı, ünü cihana yayılmış, Türk şiirine “ölüm korkusunu” getiren “Makber”in şairi, Lüsyen’in kocası Abdülhak Hamit Tarhan, 85 yaşında Nişantaşı Maçka Palas’ta (Şimdi Karaköseli Kasap Nusret’in malı) hayata gözlerini yumdu. Asri mezarlığa ilk gömülecek kişi belli olmuştu, hemen hazırlıklara başlandı.
*
Edebiyatçı olsun, ressam olsun, müzisyen olsun mühim sanatçılar için yapılan görkemli cenaze törenleri, şehir meydanlarına heykellerinin dikilmesi, doğum ve ölüm günlerinde şaşalı toplantılarla anılması; Avrupa’da yeni ortaya çıkmış devletlerin ulus inşa süreçlerinde çok önemli bir yer tuttu. Örneğin İtalya’da 1865’te Dante’nin doğumunun altı yüzüncü yıldönümü ilk defa yeni başkent Floransa’da görkemli bir törenle kutlandı. Dante, İtalyan ulusunun “ulusal şairi”ydi ve onu ne kadar yüceltirlerse yüceltsinler, yine de borçlarını ödeyemeyeceklerdi çünkü Dante onlara yeni bir dil, İtalyancayı armağan etmişti. Dante ölümsüz eseri “İlahi Komedya”yı 1320 senesinde Avrupa’nın egemen tek dili olan Latince değil, Toskana lehçesiyle yazmış, daha sonra İtalya’da yaşayanların bir araya gelerek oluşturacakları uluslaşma sürecinin ilk adımını atmıştı. Aynı şekilde Almanya’da 1859’de şair Friedrich Schiller’in doğumunun yüzüncü yıldönümü bütün ülkeyi kapsayan büyük bir şenliğe dönüştürüldü. Bu anma Almanya’da, daha sonra toplum üzerinde önemli bir etkiye sahip olacak liberal bir milliyetçi duyarlılığın ortaya çıkmasında önemli bir dönemeç oldu. Şairin heykeli, arka arkaya tam on beş Alman şehrine dikildi.
*
Cumhuriyeti kurarken de bir hayli geç kalmış uluslaşma sürecinde zücaciyeci dükkanına girmiş filin kırdıklarını toplamaya çalışırken de; her şeyiyle kurdukları Üçüncü Cumhuriyet modelini devraldığımız Fransa’dan bir büyük yazarın cenaze törenine bakalım şimdi.
1 Haziran 1885’te büyük yazar-şair Victor Hugo için devlet tarafından düzenlenen cenaze törenini kültür tarihçileri, Paris’te o zamana kadar görülmemiş en büyük resmi hadiselerden biri, belki de birincisi sayarlar.
Sekerata girdiği duyulur duyulmaz Victor Hugo’nun Eylau Bulvarı’ndaki evinin önünde muazzam bir kalabalık birikti. 1915 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alacak olan yazar Romain Rolland o sırada Hugo hayranı bir öğrencidir, o da evin balkonundan büyük yazarın sağlığıyla ilgili an be an yapılan duyuruları dinlemek için toplanmış olan işçi kalabalığına okulu kırarak katılmıştı. 1881’de kutlanan doğum gününden beri, tam dört senedir evinin önünde toplanmak hayranları için bir gelenek olmuştu artık. Hugo tam beş gün boyunca can çekişti. O da bu “romantik ölüm” rolünü mükemmel oynadı. Her gözünü açtığında, dudaklarından dökülecek kelimelerin anında gazetelere manşet olacağını bildiğinden, yatağın etrafına birikmiş olan aile fertleri ile dostlarına şöyle şeyler söylemeye başladı:
“Hazırım!” “Sizinle ölü bir adam konuşuyor”. “Ölüm geldiyse hoş geldi.”
Yazarın can çekişmesinin haberleri bir anda Fransa’dan çıkmış, bütün dünyaya yayılmıştı. Ve nihayet 22 Mayıs 1885’te ruhunu teslim etti. Fransız hükümeti hemen bir karar aldı. Cenazesi devlet töreniyle kalkacak ve Panthéon’a gömülecekti. Ölümünden sonrasını da tasarlamış olan büyük yazar, “halk adamı imajına” halel gelmesin diye, fakirlerin cesetlerinin konulduğu sıradan bir tabut istemişti. Bu sade tabutta sadece adının baş harfleri olacaktı o kadar. Cenazesinin ziyaret edilmesi için o sıradan tabut anıtsal bir katafalkın üzerine kondu. Etrafına yanan on iki meşale kondu ve elektrik ışığıyla aydınlatılmış, siyah matem örtüsüyle kaplı Zafer Takı’nın altına yerleştirildi. Her şey Roma imparatorlarının cenaze törenlerini andırıyordu. Cenaze töreni başlamadan önceki gece, Zafer Takı’nın önünde muazzam bir kalabalık birikti. Cenaze buradan yola çıkacak, Panthéaon’a götürülecekti. Cenazeyi izlemek için ahali bir gece öncesinden Champs Elysées’nin önünde iki yanlı sıraya dizildi. Etraf bir anda, seyyar satıcıların sergilediği yazara ait ucuz hatıra eşyaları, ölüm döşeğindeki resimleri, Hugo siluetleri, yazdığı şarkı sözleri, şiirlerinin yer aldığı broşürler, eserlerinde karşımıza çıkan karakterlerin tahta maketleriyle dolu bir panayır yerine dönüştü. Sabah olduğunda, Paris nüfusunu aşan iki milyonluk bir kalabalık cenazenin geçeceği güzergahta onu beklemeye başladı. Saatler ilerledikçe bir o kadar kalabalık daha onlara eklendi. Fransızlar evlerinin kapılarını kapatmış Paris’e akmışlardı. Cenaze töreninin bir işçi ayaklanmasına dönüşmesinden tedirgin olan hükümet güvenlik önlemlerini arttırdı. En yoğun kalabalık Panthéon’a giden Soufflot Sokağında birikmişti. İğne atsan yere düşmezdi. Hugo, burada hazır bekleyen kabrine gömülmeden önce, binanın sıra sütunlu girişinde 19 heyetin temsilcileri birer methiye konuşması yaparak, çelenklerini basamaklara sırayla yerleştirdiler.
*
Ülkenin yetiştirdiği “büyük insanları” Panthéon’a gömmek, seküler geleneğin sembolik bir büyük zaferiydi. Bu geleneği, 1791’de kiliseye bu mabedi inşa etme talimatını veren devrimciler başlatmıştı. Burası sivil bir alandı ve adını Roma’dan alıyordu. Önce Descartes, Voltaire ve Rousseau’nun kemikleri gömüldükleri yerlerden çıkarılıp buraya kondu. Bina bir süre kilise ile devletin çatışma alanına dönüştü. Bir ara Voltaire ile Rousseau’nun “kafir kemikleri” buradan çıkartılıp girişteki kapının arkasına saklandı. Temmuz Devrimi’nden sonra o “kafir kemikler” tekrar yerine kondu ama başka bir naaş oraya gömülmedi. Üçüncü Napoléon binayı tekrar kiliseye iade etti ve orası bir hac mekanına dönüştü. 1829 yılında binayı inşa etmiş olan mimar Jacques-Germain Soufflot’dan sonra oraya gömülen ikinci şahsiyet Victor Hugo oldu. Hugo’nun naaşı mekâna doğru yola çıktığında, orası hâlâ bir dini mabetti. Cumhuriyetçi hükümet için iyi bir fırsat doğmuştu. Özgür düşünceli şairin oraya gömülmesinin önünde şimdi hangi çılgın durabilirdi! Her şeyiyle cumhuriyetçi bir büyük şair, kudretli yazar ancak seküler bir mekâna gömülebilirdi. O halde bu mekânı tekrar kazanmak, dine karşı laiklerin yeni bir zaferi olacaktı. Hugo yolu açtı, ondan sonra Zola ve Dumas ona komşu gittiler. 1995’te kemikleri buraya taşınan Marie Curie, -ki 1934 ölen Nobel Ödülü sahibi Curie, Paris’in bir banliyösünde toprağa verilmişti- bu mabette yatan tek kadındır.
*
Bizim de taklit ettiğimiz Üçüncü Cumhuriyet döneminde, yani 1878-1940 arasında tam altmış sene boyunca Fransa’da, devlet eliyle düzenlenen resmi cenaze törenlerinin 80’i sanat dünyasından insanlar için yapıldı. Victor Hugo’nun ölümü, cumhuriyetin seküler değerlerinin ulusal birliği sağlayıcı bir güç olarak tam manasıyla benimsenmesinde bir dönüm noktası oldu. Aydınlanma ideallerini bir “resmi ideolojiye” dönüştürmenin tam zamanıydı. Sanatçı cenazeleri ve ölenlerin yıldönümleri bu amaçla kullanıldı. Voltaire ile Rousseau tekrar baş tacı oldu, büyük yazarlar, felsefeciler devrim ve demokrasinin sembolleri haline getirildi. Fransız Devrimi’nin yeni sembolü Hugo’ydu, cumhuriyet ilkelerini onun kadar savunmuş başka bir adam yoktu çünkü. Kilise, Tanrı yerine bir insanı koyan bu “pagan” kültü sertçe eleştirdi ama kiliseyi takan olmadı.
*
Cumhuriyet değerlerinin timsali Hugo için bir heykele sıra gelmişti şimdi. Bu işle büyük heykeltıraş Auguste Rodin görevlendirildi. Rodin, şairi sürgünde, ilham perisiyle oturmuş halde, bir elini derin düşüncelere dalmış başına yaslarken, diğer elini ise Üçüncü Napoléon diktatörlüğüne meydan okuyan bir jestle denize doğru uzatırken tasvir etti. Güzel Sanatlar Bakanlığı heykeli beğenmedi, Rodin iki alternatif üzerine daha çalıştı. İlkinde Hugo oturuyordu, Panthéon için tasarladığını ise tamamlayamadı.
Şimdi memleketin her yerinde Victor Hugo vardı. Ölüm onu bir “ulusal aziz” mertebesine yükselmişti. Eserleri memleketin her yerine dağıtıldı, şiirleri okullarda bütün çocuklara ezberletildi. Ders kitaplarında o, sürgün hikayesiyle birlikte, krallığa karşı Cumhuriyetçi değerleri, ilkeleri yiğitçe savunan bir ahlak öğretmeni olarak tanıtıldı. Evi ve etrafı “kutsal bir alan” olarak seçildi. 1881’de doğum günü vesilesiyle, daha yaşarken adı Paris’te bir bulvara verilmişti zaten.
*
Bizim “şair-i azamımız” Abdülhak Hamit’in cenazesi ise 14 Nisan 1937 günü, “Zincirlikuyu Asri Mezarlık”ta bulunan kabrine konmak üzere yola çıktı. O gün İstanbul’da hava kapalı, bulutlar yüklü, hava kasvetliydi. “Makber”in yazarı makbere doğru yürüyordu. Ölmeden öce dudaklarından, “…insanlar büyük keşifler yapmışlar, yapamadıkları tek şey, ölümü öldürememeleridir,” sözleri dökülmüştü. Zincirlikuyu’ya doğru mahşeri bir kalabalık yola çıkmıştı, tabutunun arkasından. O zamanlar Zincirlikuyu buradan Halep’e kadar şehre uzaktı!
Taha Toros’un aktardığına göre Şair-i Azam’ın evine gelen misafirlerine, eğer o sırada birisi vefat etmişse, cenazesinde bulunup bulunmadığını sorar, bulunmuşsa eğer, “Cenaze cemaati çok kalabalık mıydı?” diye başka bir soru sorardı. Bu onun en büyük merakıydı. Abdülhak Hamit, bir insanın değerini, yüceliğini, büyüklüğünü öldükten sonra cenazesine gelenlerin miktarı ile ölçen bir inanca sahipti!
Nitekim, o gün Zincirlikuyu’ya doğru sayısız insan tabutunun arkasından yürüyordu. Gelen çelenklerin arasında Mustafa Kemal Atatürk’ün çelengi de vardı. Hatta, Zincirlikuyu Mezarlığı’nın açılışının Abdülhak Hamit’in cenazesiyle yapılmasını bizzat Atatürk’ün emrettiği söyleniyordu.
Şair-i Azam’a yakışır azametli bir cenaze töreniydi.
Şair gömüldükten sonra cenazeden dönenler, her ölenin arkasından yapıldığı gibi “rahmetlinin arkasından” konuşmaya başladılar. İbnülemin Mahmut Kemal’in aralarında bulunduğu kafileden birisi “Merhum hayatta çok çekti,” dedi.
Aynı zamanda büyük bir nüktedan olan Mahmut Kemal Bey ona şu cevabı verdi:
“Hamid Bey, hayatta çok şey değil, üç şey çekti,” dedi ve ekledi: “Buldukça akşamları mey, sineye dilber, hazineden para…”
*
Victor Hugo’nun heykelini Rodin yapar da bizimkiler durur mu? Zincirlikuyu mezarlığına giren ilk cenaze onunki olduğu gibi, Müslüman mezarlığına giren ilk büst de Abdülhak Hamit’in büstüdür. “Makber”in şairinin kabri için o zamana kadar Müslüman mezarlıklarında olmayan bir proje hazırlandı. Proje Yüksek Mimar Arif Hikmet Bey’indi. Üç yıl sonra bu mezara, ilk kadın heykeltıraşlarımızdan, şairin torununun eşi olan Sabiha Bengütaş’ın yaptığı Abdülhak Hamit’in büstü eklendi. Bu fikir de “asrilik” maceramızın bir sonucuydu. Batı mezarlıkları, o ülkenin meşhur şairlerinin, yazarlarının, alimlerinin büstleri, heykelleriyle doluydu. Yeni Asri Mezarlığımıza gömülen ilk fani olan Şair-i Azam’ın büstü de bir gelenek başlatabilirdi! Ama murad edilen olmadı. O büst Müslüman mezarlığında bir geleneğin öncüsü görevini yapamadı çünkü çok kısa süre zarfında uluslaşmadan, sekülarizmden, sanattan, Batılılaşmadan, asrileşmeden “moderın olmak”tan nasibini almamış kendini bilmez aç sefil hırsızlar tarafından çalındı, muhtemelen hurdacılara birkaç kuruşa satıldı.
*
Peki Abdülhak Hamit; Fransız Üçüncü Cumhuriyet’ine benzer bir Cumhuriyet Anadolu’da kurulurken, Victor Hugo’nun onun uğruna verdiği mücadeleye benzer bir mücadele verdiği için mi “asri mezarlığın” ilk “şeref konuğu” seçilmişti? Değil tabii ancak o sırada hayal ettiğimiz asriliğe, sekülerliğe, modernliğe denk düşecek imparatorluktan devraldığımız tek sanatkâr oydu.
*
Yararlanılan Kaynaklar:
Orlando Figes, “Avrupalılar-Üç Hayatın Işığında Kozmopolit Avrupa Kültürü”, YKY
Taha Toros, “Mazi Cenneti”, İletişim Yayınları