Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya İncir ağacı feylesof yapar insanı
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Allah-u Teâlâ, Kuran-ı Kerim’de “Vet tini vez zeytuni” diyerek, “incir ve zeytin” üzerine kasem ederek başlar “Tin” suresine. Kutsal kitapta, üzerine yemin edilen iki nimetten biri incir, öteki zeytindir.

        Zeytin dalında dursun, onun hasadı sonbaharda ama incir, manav tezgahlarını çoktan şenlendirdi bile. Yeşili, sarısı, moru, kırmızısı, çeşit çeşit renkleriyle incir düştü mü tezgâhlara, bilin ki yazın sonu yaklaşıyor artık.

        *

        Tanrı’nın “yeme” dediği o yemişi yiyinceye kadar Âdem ile Havva çıplaktı ama avret yerleri görünmüyordu. Ne zaman şeytan yılan olup yasak meyveyi yedirdi ikisine, ikisinin de avret yerleri göründü, o sırada ikisi de bir çare aramaya başladılar.

        Kaf Dağı’nın ardındaki Müslüman toplulukların mitolojisinde, Adem’in aniden çırılçıplak kalıp mahrem yerlerinin ortaya çıkmasından utanması üzerine, etrafındaki bütün ağaçlardan yardım istediğinden bahsedilir. Ancak hiçbir ağaç yardımına koşmaz, Allah’ın cezalandırdığı birisine yardımcı olmak, haşa! Ama incir ağacı bozgunculuk yapar, cömertçe dört yaprağını verir ona. Adem ile Havva bu yapraklarla mahrem yerlerini örterek çıkarlar cennetten. Allah, cezalandırdığı kuluna yardım etti diye incir ağacına kızar, “Bana rağmen yardım ettin ona, gazabımdan korkmadın mı?” diye sorar. İncir ağacı, “Senin gazabını bilmez miyim ama bildiğim bir şey daha var, o da merhametinizdir,” der. Allah bu savunmayı beğenir ama işlediği suçu da cezasız bırakmaz, “bundan böyle çiçek açmadan meyve vereceksin” der, incir cezasına razı olur. Adem’in “yeryüzü sürgünlüğünde” ona incir yaprakları eşlik eder. Yeryüzünde Allah Adem’e birkaç koç gönderir. Adem o koçların yününden kendine ve Havva’ya elbise yapar. Adem ile Havva’nın mahrem yerlerini örten o dört incir yaprağı ise zamanla kurur, her bir ayrı ayrı yerlere düşer. Yapraklardan birisini bir geyik yer, böylece geyiğin derisinin altında bir bezede misk denilen dünyanın en güzel kokusu oluşur. Diğerini bir arı yer, o andan itibaren cennet meyvelerinden daha lezzetli bal denilen taamı üretmeye başlar. Üçüncü yaprak ipekböceğinin kısmetine düşer, bir süre sonra çoğalacak olan insanoğlu için ipek üretmeye başlar böcek. Dördüncü yaprak ise toprağa düşer, ona karışır, incirin ak sütüne benzeyen pamuk, gıdasını bu yapraktan alır.

        O günden bugüne yeryüzünün bütün kültürlerinde incir, hayatın, verimliliğin, gücün, bereketin, bolluğun, bilgeliğin, aydınlığın, cinselliğin simgesi olup çıkar.

        *

        Antik Yunan’da verimliliğin sembolüydü incir. Mitolojide, bereket Tanrısı Dionysos içtiği meyle sarhoş olunca, aşık olduğu güzel peri kızı Syka’yı incir ağacına dönüştürür.

        Anavatanı Mezopotamya’dır incirin; eski Romalılar da kıymet vermiş ona, Akdeniz’e yayılmasına sebep olmuşlar. İmparatorluğun kuruluş mitolojisinde de yeri vardır. Dişi bir kurt, Remus ile Romulus’u bir incir ağacının altında emzirip büyütmüş, incir kölelerin de temel gıdasıymış o dönemde.

        Batıdan doğuya gidersek de durum değişmiyor. Hintlilerin “Mahabharata Destanı”nda da Tanrılar Tanrısı Vishnu, “kutsal incir ağacı”ndan başka bir şey değildir. İncir ağacı “iyi” ve “kötü” bilgisini barındırır özünde. Asya’nın güneydoğusunda anlamlı bir hayat anlamında “ölümsüzlüğün” sembolüdür, “temiz bir ahlakın yol göstericisi” de incir ağacıdır bu coğrafyada.

        *

        Turgut Uyar; “1982 Behçet Necatigil Şiir Ödülü”nü alan, “gel bağışlayalım birbirimizi” mısraını ihtiva eden kitabı “Kayayı Delen İncir”in adını, söylendiği gibi Marmara Adası’ndaki Kole Plajı’nda gördüğü bir incir ağacından mı almış bilmiyorum ama incir ağacının kökleri, su neredeyse oraya kadar uzanır. Ne kaya bırakır ne beton, duvarları yıkar, ne yapar eder, su neredeyse oraya varır. Kırlık alanlarda terk edilmiş evlerin duvarları arasında, bahçelerde, baca diplerinde kendiliğinden yetişir, bunun müsebbibi de kuşlardır, inciri yiyen kuşlar taşırken polenleri düşürür, düştükleri yerde çabuk yeşerir ağaç, kısa sürede büyür, kökleri su aramak için uzadıkça uzar, uzarken önüne çıkan her şeyi yıkar. “Ocağına incir ağacı dikmek” deyimi buradan gelir. Bu yüzden köylüler, evlerinin yakınında incir ağacı istemezler.

        Türk edebiyatında Turgut Uyar’ın içinde “incir” geçen kitabının adı kadar güzel isimde bir kitap daha var; o da Bilge Karasu’nun “Narla İncire Gazel” kitabıdır. 1995’te piyasaya çıktığında ne çok insanın elinde görmüştüm bu deneme kitabını. “Nar kentinde bir incir buldum. Narı da inciri de övmek isterim” diyordu Karasu. Bize şöyle bir hikaye anlatıyordu:

        “Anam her kışın en karanlık noktasında, eve girerken bir nar atardı yere, bütün gücüyle; parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin beti bereketi niyetine. Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki gün sonra, narın patladığı yerden çok uzakta incecik bir çıtırtı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri, o kadar iyiydi. Topladıktan sonra söylerdim anneme, sevinsin diye.”

        İncire gelince:

        “Dişi narla erkek incir. İncirin dişiyle ilgili resmi söylencesi, erkekliğe ilişkin gizli edebiyatı, Akdeniz'in her yerine dağılmış, ayıplık bir sözcük olmağa varmış. Erzurumlu manav bile, benim ‘incir’ diye sormam karşısında, bastıra bastıra ‘yemiş’in fiyatını söylediydi... İyidir öyle oluşu. Her serüven düşü, incirin altında başlar, incirin altında biter. Deniz, incir, güneş, kumsal, yaşamak istediğimiz, yaşayalım yaşamayalım gönlümüzden geçirdiğimiz her birolumun, her hazzın bir imi değil midir? En azından, ‘yaşamak sevişmektir’ diyenler, diyebilenler için?..”

        Necati Cumali’nin de bu minvalde “İncir” diye bir şiiri var ki şöyle:

        “Gövdesi kadın gövdesi

        Bel kalça etli

        Kollar istekli dolgun

        Teni kırışıksız

        Kaldırmış kollarını

        Saçlar dağınık

        Örter yaprakları

        Çıplaklığını”

        *

        “İncire gazel”in bir benzeri Aynur’un söylediği “Dar hejîrokê” parçasında da var. Şener Şen ile Meltem Cumbul’un başrolünü oynadığı “Gönül Yarası” filmini seyredenler o sahneyi hiç unutmamışlardır. Kadınla erkek bir türkü bara giderler. Sahnede bir kadın (Aynur) var, “Dar Hejîrokê” (İncir Ağacı) stranını söylüyor. Stran uzadıkça kadın dayanamaz ağlamaya başlar. Erkekle aralarında şu diyalog geçer:

        “Kürtçe biliyor musun?”

        “Hayır.”

        “O zaman niye ağlıyorsun?”

        “Abi bu türküye ağlamak için Kürkçe bilmek mi gerek?”

        Türkü, “Dar hejîrokê/xemrevînokê”, “İncir ağacısın, gam, keder dağıtansın” diye başlıyordu.

        Sahi bu yüzden mi Buddha, Budizm’in temellerini bir incir ağacının altında attı dersiniz? Milattan Önce 563 yılında, şimdiki Nepal’de Sakya kabilesinin reisinin bir oğlu dünyaya gelir. Adını Prens Gotama koyarlar. Çocuk saray şatafatı içinde büyür, dünyanın her nimetini tadar, her eğlencesinden nasibini alır. 29 yaşına geldiğinde, çektiği onca acıya rağmen ruh sükunetini kaybetmeyen bir keşişten etkilenir. Gerçek hayat, onun sarayda yaşadığı debdebeli hayat değildir! Sarayı, karısını ve oğlunu terk eder. Tam altı sene süren bir zühd hayatı yaşar. Ama bu hayat da onu hakikate ulaştıramaz. Ne zevk-u safa ne de her şeyden yoksunluk derdine derman olamaz. Bir mayıs gecesi, ürkütücü bir dolunay hüküm sürerken o dingin alemde, Neranjara nehri kıyısında bir incir ağacının altında murakabe haline geçer Gotama. Uzun uzun tefekküre dalar, birden her şey mehtabın kuşattığı gökyüzünün altında apaydınlık hale gelir. Aradığı sırra o aydınlıkla vakıf olur; “aydınlanan, uyanan” anlamına gelen “Buddha” adını o geceden sonra alır. Öğretisi o andan itibaren etrafa yayılır. Bulunduğu yer, o incir ağacının altı o günden bugüne mukaddes bir ziyaretgâh olup çıkar.

        *

        Bu ağaç hakkında çok şey bilenlere göre incir meyve değil, bir çiçektir; tersyüz edilmiş bir çiçek hem de. Ağaçları diğer meyve ağaçları gibi çiçek açmaz, çiçek açmadan meyve veren tek ağaçtır incir. Armut biçiminde bir kozanın içinde açılır çiçekleri, o çiçekler olgunlaşarak yediğimiz meyveye dönüşür. Çiçekler içerde büyüdüğü için özel bir polenleşmeye ihtiyaç duyarlar. İncir arısı işte tam bu sırada devreye girer. İncir arısı olmazsa incirin soyu tükenir, incir olmazsa incir arısının da soyu tükenir. Birçok bilimsel makalede çıktı karşıma, sonrasını şöyle izah eder işin uzmanları. Dişi incir arısı, yumurtalarını bırakmak için erkek incirin içine girer. Erkek incirler yenmez. Arının yumurtalarını barındıracak bir şekilde dizayn edilmiş erkek incirlerin biçimi. Dişi arının kanatları ve anteni, incirin küçük aralığından içeri girerken kopar, bu yüzden arı içeri girince dışarı çıkamaz. Bundan sonra hayat döngüsünü sürdürme vazifesi yavru arılardadır artık. Erkek yavru arılar kanatsız doğarlar, çünkü yegâne görevleri dişilerle, yani teknik olarak kız kardeşleriyle çiftleşmek ve incirin dışına doğru bir tünel kazmaktır. Dişi yavru bu tünelden dışarı çıkarak poleni de beraberinde götürür.

        Eğer incir arısı yanlışlıkla erkek incir yerine, yediğimiz dişi incirlerin içine girerse, içeride üremesi için gerekli koşulları bulamaz. Ve gerisin geri dışarı da çıkamaz çünkü kanatları ve anteni kopmuştur artık. Bu yüzden arı içeride ölür, ama bu gereklidir çünkü çok sevdiğimiz bu meyvenin polenleri bu şekilde dağıtılır.

        Dağılan polenler, buldukları her yerde bir incir ağacına dönüşür.

        *

        Şimdi gelin, hep beraber 1970’li yılların Kıbrıs’ına gidelim. Bir incir çekirdeğinin hikayesine kulak verelim. Bu hikaye Türkçedeki “incir çekirdeğini doldurmaz” deyiminden çok fazla bir hikayedir. Bir incir çekirdeğinin hiç olmayacak bir yerde filizlenmesinin hikayesi… Vakti zamanında, Habertürk’te okumuştum, o günden bugüne hep aklımda. Bir senarist el atsa ne güzel bir film olur diye düşünürüm aklıma her gelişinde…

        Hikaye, 15 Ağustos 1974 günü, silahlı Rum çetelerinin Türklerle Rumların birlikte yaşadıkları Taşken’ti basmalarıyla başlar. O gün, Türk Hava Kuvvetleri adaya ikinci harekatı başlatmış. Bunun üzerine Rum EOKA teşkilatı “eli silah tutan kim varsa” toplamış. Ada’nın güneyinde, Limassol ile Larka arasında Türklerle Rumların birlikte yaşadıkları nüfusu binin üzerinde Taşkent (Dohni) köyünde, eli silahlı Rumlar bulabildikleri tüm Türk erkeklerini erkek çocuklarla birlikte okula toplarlar. Daha sonra içlerinden 69 kişiyi seçip bir otobüse bindirerek bilinmeyen bir yere götürüler. Onlardan bir daha haber alınmaz, sırra kadem basarlar, yer yarılıp içine girerler. Akrabaları yıllar yılı yakınlarını arayıp dururlar ne bir haber alır ne de bir iz bulurlar.

        Akıbetleri tam 40 sene boyunca meçhul kalır. Kırk sene sonra bir incir ağacı hadisenin üzerindeki sır perdesini kaldırır.

        1960’lı ve 70’li yıllarda adada hem Türk hem Rum birçok kişi kaybolur. 1981 yılında kayıp şahısları bulmak için bir komite kurulur. Komite üç kişiden oluşur; biri Türk, bir Rum biri de Birleşmiş Milletler görevlisi... Komite çalışmaya başlar, 2000’li yılların başına kadar ancak kayıpların listesini çıkarırlar. Bir sonuç alamadıkları için de BM bir süre sonra komiteye atama yapmaz. Her BM görevlisi bu komitede yer almak ister zira bu görev onlar için bir tatil fırsatıdır. Komitede görevlendirilen İsveçli Christophe Girod bir anda hadisenin yönünü değiştirir. Bu komite iki toplumun mesele çıkarmadan birlikte çalıştıkları tek kurumdu, komitenin Rum üyesi Ksenefon Kallis’in 2011 yılında yaptığı keşif, hikayemizin de ana konusudur.

        Bir İsveçli, bir Türk bir de Rum’dan oluşan ekip adanın çeşitli yerlerinde sık sık gezintiye çıkar. Kuytu yerlere bakarlar, toplu mezarların olabileceği mevkileri kontrol ederler. Bunaldıklarında da kayıkla denizde balık avlarlar. Yine böyle bir gezinti sırasında Limasol’a bağlı Pareklişa köyü yakınlarında, bir tarlanın ortasında, hiç olmaması gereken bir yerde bir başına yükselmiş bir incir ağacı ekibin Rum üyesinin dikkatini çeker. Etrafta taş ocakları var ve o yapayalnız incir ağacından başka tek bir ağaç yoktur etrafta. Üçü de aynı soruyu sorar birbirlerine. Bu kumluk, kayalık yerde filizlenip büyümüş olan bu incir ağacının burada işi ne? Sorunun cevabını bulmak için bilgi toplamaya başlarlar. İncirin türü “andolinga”dır ve bu türden bir incir ağacı yakınlarda yoktur. Bütün adada incir bahçeleri olan aileleri ziyaret etmeye başlarlar. Ziyaret ettikleri ailelere vakti zamanında ailelerinden kaybolan olup olmadığını sorarlar. Bu soruyla karşılaşanlar soruya bir mana veremezler. Günün birinde Kallis, Taşkent köyünde “andolinga” türü incir yetiştiren bir aile olduğunu öğrenir. Aileye giderler. Evet, aile fertlerinden Ahmet Cemal 1974 yılında “incir bahçesine gidiyorum” demiş, evden çıkmış, bir daha da eve dönmemiştir. O gün sırra kadem basan başka köylüler de vardır aynı köyden. Şimdi, yetkilileri bu hikâyeye inandırmaya gelmiştir sıra. Çok diller döktüler, kuşkularını anlattılar, varsayımlar sıraladılar ama kimseyi inandıramazlar. Ama vazgeçmezler, yıllarca inandıkları şey için çaba harcarlar, nihayet 2011 yılında incir ağacının bulunduğu mevkide kazı iznini alırlar. Ekip elinde kazmalarla, “şüpheli incir ağacının” yanına gidip dibine ilk kazmayı vurur. Taşlık alanda kökleri toprağın derinliklerine doğru uzadıkça uzamış incirin kökleri arasında üç kişinin iskeletini bulurlar. Ailelerden DNA örnekleri alınır, çıkan sonuca göre cesetler Ahmet Cemal ile iki arkadaşına aittir.

        15 Ağustos 1974 günü, “incir bahçesine gidiyorum” diyerek evden çıkan Ahmet Cemal, bahçede yediği veya cebine koyduğu incirin çekirdeği, öldürüldükten sonra gömüldüğü toplu mezarda filizlenmiş, aradan kırk sene geçtikten sonra, onun ve arkadaşlarının akıbetini merak eden kayıplar komitesinden Kallis’in, her oradan geçtiklerinde durup durup “Şu incir ağacının orada ne işi var, tek başına neden duruyor orada?” diye sorduğu incir ağacına dönüşmüştür.

        Kırk sene sonra, adadaki en büyük toplu mezarın ortaya çıkması bir incir ağacı sayesinde olur.

        *

        O kadar hızlı ürüyor ki, bitki aleminde tavşana benzetirler incir ağacını. Çiçek açmadan meyve veren tek ağaçtır.

        Oğuz Atay “Tutunamayanlar”da der ki:

        “Söz verdi Olric.”

        “Ne sözü efendim?”

        “İncir ağacı çiçek açınca geri geleceğim dedi.”

        “Ama efendim.”

        “Sus Olric. Sus!.."