Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Elimde bir sepet, daldım ormana. “Mavi yemiş” toplayacağım. Siz onları “yabanmersini” diye biliyorsunuz, gavur “blueberry” (mavi çilek) der. Tam mevsimidir şimdi. Açık mavi, soluk mavi, koyu lacivert renkleriyle üzümsü bir bitkidir. İsveç ormanlarında sürüsüne bereket… Burada yetişenlerin aynısı bizim Karadeniz ormanlarında da varmış. Rizeliler “likapa”, “kaskanaka”, “çera”, “çela” gibi isimler takmış, Trabzonlular “ligarba, “lifos” veya “Trabzon üzümü” demiş; başka yerlerde “ayı üzümü” diyen de var, “çay üzümü” diyen de...

        Aileler hafta sonu eğlencesi haline getirmiş yabanmersini (blåbär) toplama işini burada. Çoluk çocuk dalıyorlar ormana, atalarından kalma bir geleneği sürdürüyor, kovalar dolusu “blåbär” toplayıp taze yiyor, reçel, marmelat yapıyor, pastaların üzerine serpiyor, değişik tatlılar yapıyor, donduruculara koyup kışa bırakıyorlar.

        Ormanda “blåbär”i toplamak bir şenliktir burada.

        *

        Dışarıda “güzel bir manzara kadar güzel” bir hava vardı. Uzun süre çalışmıştım; ben de burada sabah akşam ““blåbär” toplamanın eğlencesinden bahseden haberlerden etkilenmiş olacağım ki attım kendimi ormana.

        Uzun uzun yürüdüm ormanın büyülü evreninde. Bir masal alemine girmiştim sanki. Nem vardı, güneş ışıkları zinhar bir yere ulaşamıyordu ve hiç duymadığım sesler dolmuştu kulaklarıma. Doğanın, aklımızın ermediği bir gücü olduğunu insan böylesi anlarda fark eder galiba. İnsan denilen yaratığın doğanın bozulmamış bir yerinde ne kadar güçsüz ne kadar zayıf ne kadar korunaksız ne kadar çaresiz olduğuna böylesi bir atmosfere girince anlar. Ayağın kayabilir, bir uçurumdan uçabilir, yılan sokabilir, ayı çıkabilir, kurt kapabilir, yer yutabilir...

        Seslerin arasından bir ses çağırdı beni; bir su sesiydi… Suyun sesine gittim. Cahit Külebi, “Ayna gibi akan bir dere / Ve dibinde beyaz çakıllar” dizelerini bu dere için söylemişti sanki. Bir taşa oturdum seyre daldım suyun akışını.

        İçinde süt beyazı bir ırmak akan bir köyde dünyaya gelmiş, çocukluğu suyun sesini dinleye dinleye geçmiş biriyim ben. Seslerin içinde ilk aşina olduğum ses, su sesidir bu yüzden. Su sesiyle büyümüşlerin, içinde zamanla ne büyür tam bilmiyorum ama Roma döneminde su sesini tedavi amaçlı kullanıldığını biliyorum. Bergama’yı gezerken birkaç yaz önce görmüştüm, Asklepion dünyada bu amaçla kurulmuş ilk tedavi merkezidir. Bu merkezde yapay şelaleler varmış, su sakin ama sesli akarmış, yan yana dizili odalarda yatan hastalar o sesi dinleye dinleye şifa bulmaya çalışırlarmış. Tanpınar; “Suyun sesi; aşkın, ihtirasın sesinden kuvvetlidir. Karanlıkta su sesi insanın içindeki ölüm mayasının dilinden konuşur,” diyor “Huzur” romanında.

        Akan suya bakmak, ormanın yeşiline bakmak derken aklım Michelangelo’nun “Suya Bakan Narsis” tablosuna gitti. Tablo, Narkissos’un o büyülü sahnesini yansıtır.

        Oscar Wilde ile André Gide ilk defa bir yemek davetinde karşılaşıp tanışmışlar. Sohbet koyulaşınca, bakışarak iki iyi dost olabileceklerini anlayıp bir ara ikisi dışarı çıkmış, bir süre yürümüşler. O yürüyüş sırasında Wilde, Gide’in kolundan tutmuş, gözlerinin içine bakarak, “Siz diğerlerinden farklısınız, gözlerinizle dinliyorsunuz,” demiş. Gide’in bir şey demesine fırsat vermeden ona şu hikâyeyi anlatmış Wilde:

        Kendisine kim aşık olursa olsun ona zinhar yüz vermeyen peri kızı Ekho’nun günün birinde bir ormanda bulup aşık olduğu sadece kendine aşık olduğu için ona yüz vermeyen Narkissos öldüğünde kır çiçekleri çok üzülmüş, onun ardından ağlayabilmek için nehirden su damlaları istemişler. “Ah!” demiş nehir, “her damlam gözyaşı olsa Narkissos’un ardından ağlamama yetmez, ben ona aşıktım!”

        “Ah!” demiş kır çiçekleri de “Nasıl aşık olunmaz Narkissos’a. Öyle güzeldi ki!”

        “Güzel miydi?” diye sormuş nehir.

        “Senden iyi kim bilebilir? Her gün üzerine eğilip senin sularında kendi güzelliğini seyrederdi uzun uzun…”

        Nehir cevap vermiş:

        “Ben ona aşıktım; çünkü sularıma eğildiğinde, onun gözlerinde sularımın yansımasını görürdüm.”

        Hikâyeyi bitirdikten sonra Wilde, tuhaf bir kahkahayla kasılarak demiş ki:

        “Bu hikâyenin adı, Mürittir”.

        *

        Etrafım “mavi yemiş”, “yabanmersini”, “bluberry” veya “blåbär” dolu. Su sesini dinleye dinleye toplamaya başladım. Avuç avuç sepete koyarken, bir şeyleri toplamak dünyanın her yerinde aynı şekilde meşakkatli iş, aynı şekilde sömürüye dayalıdır diye geçirdim aklımdan. Çukurova’da pamuk toplayanların insanın içine işleyen hikayelerini biliyordum bizim edebiyatımızdan. Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in romanlarında çok geçer. Ovanın sarı sıcağında, güneş tam tependeyken, insanın kendi gölgesine bile kaçmayı aklından geçirdiği o cehennem düzlüğünde pamuk toplayıp geceleri de sivrisinekle baş etmeye çalışmak, o yırık pırtık çadırlarda uykuya hasret geceler geçirmek, bu iş için de ölmüş eşek fiyatından az bir para kazanmak; sonra aynı şekilde Karadeniz’e yine aynı yerlerden Siverek’ten, Viranşehir’den, Silvan’dan, o bahtsız coğrafyadan yüklenip fındık toplamaya gitmek balık istifi kamyon kasalarında, aşağılanmak çoğu zaman, iliklerine kadar sömürülmek neyse; ta Taylan’dan buraya, İsveç’e “blåbär” toplamaya gelmek de aynı şey olsa gerek.

        İsveç toprakları tarıma uygun değil ama orman meyveleri için cömert mi cömert. Yabanmersini, İsveç üzümü, ahududu, böğürtlen her yerde… Zira memleket yüzölçümünün yüzde altmış yedisi ormanlarla kaplı. Ülke baştan başa, yerleşim yerlerini, ekim alanlarını, gölleri ve az miktardaki dağları çıkarın gerisi ormandır. Koyu, karanlık ormanlar. Edebiyatlarını kuşatmış, derinliklerinde kulübelerin olduğu, kar yağdığında Andersen masalları mekanına dönüşen ormanlar… Sır dolu… Vaktiyle bozguna uğradıktan sonra kaçan Nazilerin saklandığı yerler… O sofistike cinayetlerin işlendiği polisiye edebiyatlarına mekân olmuş ormanlar

        İşte bu ormanlarda yabanmersini toplamak için her sene ta Tayland’dan, Bulgaristan’dan, Moldavya’dan buraya kafileler halinde işçiler gelir. Son yıllarda, bu işçilerin içinde bulunduğu kötü çalışma şartları bura gazetelerine bir hayli haber oldu. Gazetelere göre işçilerin çalışma şartları gayri insaniydi, düzen kölelik düzenine benziyordu, işçiler derme çatma barakalarda kalıyorlardı, bu barakalarda sık sık yangınlar çıkıyordu, bu yüzden yedikleri “kanlı İsveç böğürtleni”ydi. Haberleri okuyanlar belki bir nebze utandılar ama bu yabanmersini de gerekli bir meyveydi. Diyabet derdi olanlara iyi geliyordu, kan şekerini düzenliyor, antioksidan bir vasfı vardı, vazgeçemiyorlar.

        *

        William Faulkner, “Ayı” romanında ormanı ve ayı avını anlatır. Daha doğrusu ormanın kadim hâkimi ayıyı tahtından indirme çabasını… Ama aslında bu çekişme, Amerika’nın vakti zamanında Kuzey ve Güney diye ayrılarak savaşıp birbirlerinin canın okudukları halde bir çözüm bulamadıkları Beyaz-Siyah çekişmesidir. Faulkner bu kitabının bir yerinde ormanda kaybolan birisine, kurtulma yolunu da gösterir. Ormanda kaybolursanız eğer, zinhar bir yere doğru yürümeyin, çıkamazsınız ormandan. Kendi etrafınızda geniş geniş daireler çizerek bulmaya çalışınız yolunuzu, her defasında halkayı biraz daha büyüterek…

        Yabanmersini toplarken bir ara kafamı kaldırdım, ırmaktan bir hayli uzaklaşmış olmalıyım, zira su sesi yerine kuş sesleri geliyordu kulaklarıma. Ormanda kaybolunca yolunu bulmaya dair Faulkner’in önerisi de o sırada geldi aklıma.

        Biz dağlarımızdaki ormanlardan ağaç keserek baş ettik yaman kışlarla. Yakacak için odun toplamadık ormanlarda; ormanlardaki ağaçları bir bir kestik. Keserken kimimiz ağaçların köklerini de söktük kazmayla. Zira toprakta kalan kısmı dayanıklı, uzun uzun yanıyordu; günün birinde kestiğimiz o ağacın kökünün filiz verip bir ağaca dönüşeceğini aklımıza getirmeden.

        Bu gidişimde gördüm; derin Zap vadisinin iki yanı ufak ufak yeşillenmeye başlamış. Kömür gelince, arkasından da bir iki seneden beri doğal gaz yetişince, insanlar eskisi gibi eline balta alıp o dağlara tırmanıp o ağaçları kesip, kestiklerini sırtlayıp getirme zahmetine de katlanamayınca, ağaçlar ufak ufak büyümüş, böyle giderse oralar tekrar eski orman vasfına kavuşabilir zira bir iki asır önce oraları gezen Batılı seyyahların yazdıklarına göre, elde balta, ağaç kese kese yollarını bulmuşlar o vadiden geçerken.

        *

        Sepetimde bir hayli yabanmersini birikti. Sudan uzaklaşmamalıyım, pusula bellemişim zira bu ırmağı. Yine yaklaştım ırmağa… Bu kez Ahmet Haşim fısıldadı kulağıma;

        “Su değil, mevsimin havası akan

        Duyduğun yaprağın, dalın sesidir,

        Suda yıldızların parıltısıdır

        Bu karanlıkta bazı bazı çakan”

        Özdemir Asaf, “Yuvarlağın Köşeleri”nde der ki:

        “Orman kenti içermez kuşatır. Bizim için: Kuşatması gerekir. Yerleşim için biz orman yakarız.

        Yerleşim için onlar orman yaratır, kentlerini kuşatsın diye.

        Biz de ormanlar yakarız kentler yapılsın diye”.

        *

        Yine buradaki gazetelerin yazdığına göre, dışarıdan gelen “mevsimlik işçiler” İsveç’te yılda aşağı yukarı 25 bin ton yabanmersini topluyor. Ama ormanlarında yetişen miktar bu kadar değil, eğer tümünü toplamaya kalkışırlarsa, toplayacakları 600 bin ton yabanmersini var bu ormanlarda. Anlayacağınız 575 bin tondan vazgeçiyorlar. Oysa daha fazla işçi getirerek toplananın kat kat fazlasını toplatmak mümkün. Ama bunu yapmıyorlar. Yapmıyorlar çünkü piyasada mal bollaşırsa fiyatı düşer. Bu işi kimler yapıyorsa, 25 bin ton onlar için yeterli… Böylece fiyatı yüksek bir yerde tutuyorlar.

        Arz ve talep… Rakipsiz kalmış kapitalist dünyanın işleyişini anlatan iki sihirli kelime…

        *

        Yabanmersininin kendini yaprakların altına saklama özelliği vardır. İlk bakışta hemen göze ilişmez. Bitkinin yapraklarını ters çevirirsen çıkarlar meydana. Sepetim dolarken aklımda bütün bu yazdıklarım; bir yandan orman meyvesi topluyor bir yandan da yazı kurguluyorum kafamda. Bir ara kafamı kaldırdım vakit bir hayli geçmiş. Tıpkı Sabahattin Ali’nin “Bir Orman Hikayesi”nde anlattığı ormana akşamın gelişi gibi bir hal oluşuyor diyeceğim ama değil. Onun hikayesinde güneş kaybolduktan sonra orman canlanmaya başlar. “Ağaçlar konuşur, bağırır, sallanır ve ellerini birbirine uzatırlar. Yalnız ağaçlar değil, yerdeki otlar, kuru yapraklar, çalılar, ağaçların gövdesine sarılan sarmaşık soyundan nebatlar, hatta kahverengi mantarlarla koyu yeşil yosunlar bile canlanır. Gürültülü bir kımıldama, bir ses kargaşalığı ormanın kenarlarından dışarı dökülür. O sırada olup bitene şahit olanlar arkalarında büyük bir şehir gerinerek uyanıyor sanır. Birden bir işaret almışlar gibi bu ahenge hayvanlar da karışıverir. Kuş haykırışları, ulumalar, acele koşan ayakların altında kırılan dalların sesi birbirini kovalar”.

        Benim gezindiğim ormanda bu halden eser yoktu. Eve vardığımda karanlık basmak üzereydi. İlhan Berk’in “Bir Orman” şiirindeki şu bölüm evdeki kitabın sayfaları arasında beni bekliyordu:

        (…)

        Yeni yeni anlıyorum

        Her şey şu gecelerin içinde oluyor

        Aydınlığa her şey hazır çıkıyor

        Su geceleyin yürüyor dikkat ettim

        Geceleyin biz uyurken ağaçlara

        Hiç unutmam bir gün geç vakit

        Tam benim geçtiğim zamana rastlamıştı

        Büyüme saati bir ormanın

        Şöyle iyice dinlesem sanırım artık

        Bütün ormanları büyürken duyarım

        (….)