“Tren Düşleri” (Train Dreams), Denis Johnson’ın 2011’de yayımlanan ve önemli ödüller kazanan aynı adı novellasından sinemaya uyarlanan bir film… Novellanın özetini okuduğunuzda, yönetmen Clint Bentley ile Greg Kwedar’ın imzasını taşıyan senaryonun, sadık bir uyarlama olmadığını görmeniz mümkün. Ana karakter Robert Grainier’ın hayat öyküsü ve başına gelen trajik olaya baktığımızda, önemli değişiklik yok belki ama detaylara indikçe yorum farklılıkları göze çarpıyor.
Açılış sahnesinde anlatıcının (Will Patton) sözünü ettiği “eski dünyaya açılan geçitler”, zihnimizde fantastik bir hikâye seyredeceğimize dair izlenimler uyandırsa da süre ilerledikçe, filmin kendisinin bir bütün olarak “ABD’nin geçmişine açılan geçit” olduğu anlaşılıyor. Kaldı ki, fantastik değil, gerçekçi bir anlatının içindeyiz.
“Tren Düşleri”, hikâye ve olay örgüsünden ziyade karakterin öne çıktığı bir film... Robert Grainier’ı annesinin babasının nasıl öldüğünü, doğum yılını ve gününü bilmeyen yetim bir çocuk olarak tanıyoruz. Bundan başka da bilgi verilmiyor geçmişiyle ilgili. 6-7 yaşlarındayken başka bir kasabaya gönderildiği trende, kaybolmasın diye boynuna asılmış yazılı kartonla çok masum ve kırılgan görünüyor. Sahneleri çok kısa ama anasız babasız büyümüş o yalnız çocuğun masumiyeti, film boyunca hiç silinmiyor zihnimizden.
Gladys’i (Felicity Jones) görene ve onunla birlikte olana kadar Grainier’ın (Joel Edgerton) hayatta önem verdiği hiçbir şey yok. O yüzden çocukluk ile Gladys arasında olup bitenler de pas geçiliyor. Çünkü Gladys ile tanışması ve kızının doğumuyla birlikte hayat ilk kez anlamlı hale geliyor onun için. Sevgiyi ve mutluluğu tadıyor; ailesine daha iyi bir hayat kurmak için planlar yapıyor.
“Tren Düşleri”ni, benim gibi hakkında hiçbir şey bilmeden seyretmeye başlamışsanız, “bir süre sonra kötü şeyler olacak” hissini üzerinizden atamıyorsunuz. Grainier’ın eşiyle kızının yanında geçirdiği günler için “hayatımın en mutlu dönemi” demesinden sonra felaketin yaklaştığı belli oluyor zaten.
“Tren Düşleri”nde, 20. Yüzyıl ve ABD tarihine kendi halindeki bir orman işçisinin bakış açısından tanık oluyoruz. Kuşkusuz, sınırlı bir bakış açısı ve filmin konsepti de tam olarak bu aslında… İyi kalpli bir oduncuyla birlikte hepimizi aşan o büyük hakikat üzerine düşünmek, hayatı anlamaya çalışmak…
Robert Grainier, birçok yazar ve sinemacının ana karakter olarak tercih edeceği biri değil. Filmin başında ve sonunda anlatıcı tarafından altının çizildiği gibi ömrü boyunca kendi küçük dünyasında yaşamış, okyanusu hiç görmemiş, telefonla hiç konuşmamış, 20. Yüzyıl modernleşmesinden çok fazla nasiplenememiş biri. Buna karşılık, “Amerikan ruhu” dediğimiz şeyi ülkedeki birçok insandan çok daha iyi deneyimleyip anladığı kesin. Küçük bir çocukken 100 Çinli ailenin yaşadığı şehirden zor kullanılarak nasıl uzaklaştırıldığına tanık oluyor mesela. Yine aynı dönemde kavga sırasında yaralanan ve hasmı tarafından zalimce ölüme terk edilen bir adama (Clifton Collins Jr.) su veriyor, elinden hiçbir şey gelmediğini görüyor. Sadece zorbalık ve şiddetin toplumun içine nasıl nüfuz ettiğini keşfetmiyor, adaletsiz bir ülkede yaşadığını da kavrıyor. Film boyunca ülkedeki yasaların ve hukuk sisteminin insan hayatını koruduğuna dair hiçbir şey görmüyor. Buna karşılık, yargısız infazın doğal ve normal kabul edildiği bir ülkede yaşadığını fark ediyor.
Grainier, köprü inşaatında çalışırken neyle suçlandığı dahi belli olmayan Asyalı işçinin (Fu Sheng) hemen yanından apar topar götürüldüğü bir ülkenin vatandaşı… Ömrünün sonuna kadar rüyalarından çıkmıyor o işçi; vicdanını hep rahatsız ediyor. 1960’ların sonunda, ABD’nin uzaya çıktığı haberini televizyonda izlerken camdaki yansımasından hemen yanında gördüğümüz Asyalı kadın bize yine aynı işçiyi hatırlatıyor. “20. Yüzyıl tam da böyle bir süreçti ABD için” diye geçiriyoruz içimizden. Kaba gücün, ayrımcılığın, ırkçılığın, yargısız infazın bir türlü dizginlenemediği bir ülkenin modernleşmesine, uzay yarışında öne geçen süper güç olmasına tanık oluyor Robert Grainier… Hayatını sürdürmeye, acılarıyla baş etmeye çalışırken Birinci Dünya Savaşı, Büyük Buhran, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki refah yılları “yorumsuz” şekilde arka fondan sessizce akıp gidiyor. Film boyunca daha çok orman işçilerinin zorluklarla dolu gündelik hayatına ve Grainier’ın büyük yalnızlığına tanık oluyoruz.
Filme adını veren tren, ABD modernleşmesinin bir metaforu sanki… Çocukken tek başına bindiği tren, çalıştığı demir yolu köprüsü inşaatı ve ömrü boyunca yaptığı diğer yolculuklar dışında rüyalarında da sıklıkla karşısına çıkıyor tren… Treni saymazsak ABD modernleşmesinin dışında duruyor genellikle oduncu Grainier. Yaşlılık yıllarında kulübesinden çıkıp büyük şehre gittiğinde gördüğü sirk, yüzyıl başındaki ucube şovlarından farksız aslında. ABD’nin dış uzayı keşfinin onun için pek anlamı olmadığını da seziyoruz. Modernleşmenin onu en çok etkileyen yanlarından biri, sonlara doğru çıktığı o kısa uçak yolculuğu... Çevresindeki dünyayla ve diğer her şeyle bağ kurabildiğini hissettiği en önemli deneyimi belki de…
Her şeyin birbirine bağlı olması fikri, ormanda çalışırken çıkıyor karşısına… Patlayıcı uzmanı yaşlı Arn Peeples (William H. Macy), ormandaki her şeyin birbirine bağlı olduğundan söz ettiğinde, diğer işçiler dediklerini pek anlamıyor. Peeples, kestikleri ağaçlar için üzülen tek kişi içlerinde. Kereste için ormanların yok edilmesi, filmdeki bir başka metafor… Çünkü tüm dünyada olduğu gibi uygarlık, ormanları yok ederek ilerliyor ABD’de de. Ormanları hiç bitmeyecek sınırsız kaynak olarak gören işçinin söyledikleri, ekolojiye duyarsız bir toplumun bakış açısını etkili şekilde yansıtıyor.
Öte yandan, ormandaki gözlem kulesinde çalışmak için tek başına bölgeye gelen Claire Thompson (Kerry Condon), çevreye duyarlı yeni bir kuşağın temsilcisi elbette. Gladys gibi güçlü bir kadını seven, onun dişil enerjisi sayesinde hayata derinden bağlanan Grainier için, Claire, aynı zamanda modernist toplumun belki de en aydınlık yüzü…
“Tren Düşleri”, çözümleme açısından “mürekkep testi” gibi bir film… Alışageldik bir kayıp ve matem hikâyesi anlatmıyor. Birçok noktadan okunabilir, analiz edilebilir kuşkusuz. Kaba kuvvete dayanan Amerikan ruhu, modernizm ve ekoloji dışında ana karakter Robert Grainier üzerinden gittiğimizde aidiyet temasının da filmin önemli taraflarından biri olduğunu düşünüyorum.
Grainier, varoluşçuların “adeta dünyaya atılmış” gibi gördüğü karakterlerden biri… Anasız babasız büyümesi, Gladys’i tanıyana kadar kendini Protestan Kilisesi dahil hiçbir yere ait hissetmemesi dikkat çekici veriler… Mevsimlik işçi olarak çalışırken, mesai arkadaşlarıyla geçici de olsa “aile olma hissini” sevmesi, içindeki aile kurma özleminin yansıması... Gerçek aileyi bulması ve kaybetmesinin ardından yenisini kurmak için çaba göstermemesinin kökeninde belki yoksulluk da var. Ama zaten öyle ağır bir travma yaşıyor ki kendine gelmesi yıllar sürüyor. Asıl önemlisi, kendini ruhani olarak Gladys ve kızıyla kurduğu o küçük dünyaya ait hissetmesi... Claire’in çalıştığı gözlem kulesine çıktığında ve son bölümdeki uçma deneyiminde her şeye yukardan baktığında, yani sınırlarını zorlayıp bakış açısını genişlettiğinde Yeryüzü’yle metafizik bağ kurduğunu ve kendini doğanın parçası gibi hissettiğini görüyoruz.
Açılışından itibaren gerçekçi bir anlatı olmasına karşılık metafizik kotasyonlardan muaf bir film değil “Tren Düşleri.” Çünkü Grainier’ın iç dünyası metafizik bir alana açılıyor ve yaşadığı travmadan sonra mucize beklentisini içten içe hiç kaybetmiyor. Eşi ve kızıyla yaşadığı kulübeyi ve ormanı hiç bırakmıyor; kendini sadece oraya ait hissediyor. Ömrünün sonuna kadar Gladys ile kızının ormandan gelen seslerini duyuyor. Hep bir aidiyet hissediyor onlara karşı…
Seyrederken sevdiğini hissettiğiniz ama tam olarak neyi sevdiğinizi açıklayamadığınız filmler vardır. O yüzden çözümlemeyi ertelemek ve bir süre daha filmin sizde bıraktığı duygularla, düşüncelerle kalmak istersiniz. “Tren Düşleri” benim için böyle film oldu. Üzerine düşündükçe kuşkusuz yazmaya değer birçok nokta bulunabilir. Yeniden seyrettiğimde muhakkak ki yeni ve farklı şeyler bulacağıma eminim. Ama ilk seyredişimde bende ağır basan duygu hüzündü.
Filmde sadece insanların dünyasında değil doğada da acımasız bir yan olduğunu görüyorsunuz. Robert Grainier’ın felaket sonrası yaşadığı o büyük çaresizliğinde, her şeye rağmen umutla sürdürdüğü bekleyişinde, köpeklere sahip çıkmasında, doğaya sığınmasında ve bir şekilde sevdikleriyle ruhsal bağını sürdürebilmek için hayata tutunma çabasında gözlerimi yaşartan bir şeyler vardı benim için…
Filmin etkileyici olabilmesinde hikâye ve karakter kadar anlatımın da büyük katkısı var. Clint Bentley, karakterine olabildiğince duygusal yaklaşsa da duygu sömürüsünden uzak, ölçülü ve sakin bir anlatım benimsiyor. Yönetmenlik kadar senaryodan da gelen bir yaklaşım bu… Müziği ve anlatımı duygusal manipülasyon için kullanmıyor. En trajik anlarda dahi anlatımını zorlamıyor, değiştirmiyor. Kamerasını görüntüyü şıklaştırmak için değil, sadece karakterini gözlemlemek için kullanıyor. Birçok sahnede Terence Malick’i akla getiren bir tarzı var.
Clint Bentley ile görüntü yönetmeni Adolpho Veloso, 1.46:1 gibi çok alışılmadık bir kadraj ölçüsü tercih ediyorlar. Güzel manzaralardan, doğayı resimsel olarak betimleyen geniş ekran kadrajlardan uzak duruyorlar. Geniş açılı lensleri ve hareketli kameralarıyla karakterleri yaşadıkları çevrenin içinde görüntülüyorlar genelde. Doğa hem hikâyenin hem anlatımın en önemli unsurlarından biri. Kaldı ki, 2.35:1 gibi geniş kadraj ölçütlerinde yüksekliği yeterince etkili kullanamazsınız. Burada özellikle ağaç kesimi sahnelerinde 1.46:1, ormanı ve oduncuların ilişkisini yansıtan en doğru formata dönüşüyor.
Joel Edgerton, karakteri öyle bir canlandırıyor ki, film bittiğinde Robert Grainier rolünde başka hiç kimseyi düşünemiyorsunuz. Felicity Jones her zamanki gibi gayet iyi. Sözgelimi, “Kainatın bütün sırlarını çözmüş gibiyim” dediği sahnede yakaladığı o doğallık… Yaşlı orman işçisi Peebles’da usta aktör William H. Macy, kısa süre almasına karşılık filmde derin bir iz bırakıp gidiyor.
Ödül sezonunda neler yapacağını kestirmek zor. Öyle herkesin seveceği önemseyeceği filmlerden değil çünkü. Ama bana sorarsanız “Tren Düşleri” yılın en iyilerinden biri. Umarım siz de seversiniz. (Netflix)
8/10
- 1
'Sonsuza dek' ama kiminle? - 2
Eski usul distopya - 3
Popüler Amerikan masalına yeni yorum - 4
Oscar'a aday gösterilen Filistin filmi - 5
En duygusal Frankenstein uyarlaması - 6
Predatör bu kez iyi karakter - 7
"Saykoterapi": Aşk ve ölüm - 8
Dünyayı kurtarmak isteyen "işçi arı" - 9
Rahatsız edici ve zor film - 10
Bir albümün çıkış hikâyesi