Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar Karanlık ve kasvetli müzikal

        “Joker” (2019) son 10 yılda Hollywood’un büyük stüdyolarından gelen en ilgiye değer filmlerden biriydi. Gişelerde ulaştığı başarı hafızalarda bu kadar tazeyken devam filminin çok gecikmemesi, elbette hiç şaşırtıcı değil. Peki, beş yıl sonra seyrettiğimiz “Joker: İkili Delilik” (Joker: Folie à Deux), ilkiyle kıyasladığımızda nasıl bir film?

        Kendi adıma sonucun pek parlak olduğunu söyleyemem ama ilk filmi de yöneten Todd Phillips’in masa başında, yani senaryo aşamasında sağlam tutulmuş bir konseptten yola çıktığını düşünüyorum. Açılışta seyrettiğimiz kısa çizgi film, “Joker: İkili Delilik”in ana temasının özeti gibi… Çizgi film, gölgesini kontrol edemeyen, gölgesi tarafından devre dışı bırakılan Joker’ın çaresizliği üzerine… “Joker: İkili Delilik” de temelde Arthur Fleck’in (Joaquin Phoenix) kimlik sorununu ve iç çatışmalarını konu alıyor. Arthur Fleck ile Joker arasında yaşadığı kişilik bölünmesi bir yana, asıl olarak kim olduğunu anlamaya çalışan, kendini sorgulayan bir ana karakter çıkıyor karşımıza.

        Todd Phillips’in Scott Silver ile birlikte yazdığı senaryo, ilk filmden 2 yıl sonra yaşananları anlatıyor. Arthur Fleck, mahkemeye çıkmadan önce Arkham adlı akıl hastanesinde tutuluyor ve gardiyanlardan sistematik olarak zorbalık görüyor. İlk filmle belki de en önemli ortak nokta, Arthur’un maruz kaldığı bu psikolojik şiddet… İlk bölümde, Arthur Fleck’in Arkham’daki müzik terapi grubunda karşılaştığı Harleen “Lee” Quinn’i (Lady Gaga) ve kendisini sık sık ziyarete gelen avukatı Maryanne Stewart’ı (Catherine Keener) tanıyoruz. Lee ve Maryanne, Arthur Fleck için iki karşıt tezi veya yaklaşımı temsil ediyor; ona farklı kurtuluş planları öneriyorlar. “Joker: İkili Delilik” biraz da bu ikilem üzerine kuruluyor. Arthur Fleck, hangi planın kendisi için doğru olduğunu kestirmeye çalışıyor.

        Avukatı Maryanne, Arthur Fleck’in ilk filmde işlediği beş cinayetten sorumlu tutulmaması gerektiğine inanıyor. Cinayetleri, çocukluğunda yaşadığı taciz ve şiddet travmaları nedeniyle geliştirdiği Joker adlı ikinci benliğin işlediğini düşünüyor. Mahkemede bu tezi savunarak Arthur’un çok daha iyi bir kurumda psikiyatrik tedavi görmesini sağlamaya çalışıyor. Maryanne’in ilk hedefi, Arthur’un Joker kişiliğini tümüyle geride bırakması ve gerçek benliğini bulması…

        Lee Quinn ise tam tersine Arthur’un sürekli Joker olarak kalmasından, eski kimliğini unutmasından yana. Çünkü hayran olduğu Joker’ın, sadece Joker olarak her şeyi çözeceğini düşünüyor. Ayrıca mahkeme sonucunda çıkacak karardan hiç korkmuyor. Hatta Joker’ın bir şekilde özgür kalacağına inanıyor. İlk filmin sonunda insanları sokağa döken Joker’ın ezilen kitlelere liderlik yapması gerektiğine inandığı çok belli...

        Arthur uzun süre Maryanne ve Lee’nin kendisiyle ilgili düşünceleri arasında kalıyor. Kadın olarak ilgi duyup hoşlandığı Lee’ye daha yakın olsa da içindeki kimlik çatışması veya gerçekte kim olduğu konusundaki son kararı kendisinin vermek istediğini hissediyoruz. İyileşmek, hayata bağlanmak istiyor. Bazı sahnelerde geçmişte yaşadıklarına doğru yerden bakabildiğine tanık oluyoruz. Gerçekten de bazen kendisini dürüstçe değerlendiriyor, Joker’ın gerçekten ikinci kimliği olup olmadığını sorguluyor. Belli ki cinayetlerin sorumluluğunu Joker’a atıp Arthur Fleck’i kurtarma fikri ona çok doğru gelmiyor. Arthur / Joker arasında gidip geldiği kritik noktalarda sorumluluk duygusunun öne çıkması dikkat çekici. Eylemlerinin getirdiği sonuçlardan kaçmak yerine onlarla yüzleşmek istiyor. Arthur Fleck’e katlanamadığı anlar kadar Joker olmaktan sıkıldığı anlar da var. Yanında cinayet işlediği eski mesai arkadaşı Dary Puddles’ın (Leigh Gill) tanık olarak ifade verdiği mahkeme sahnesinde Joker olarak şov yaparken içten içe belli etmek istemediği bir rahatsızlık yaşadığını gözlemliyoruz.

        Arthur Fleck olduğu anlarda iki güçlü duygu hissediyoruz onda. Sevilme gereksinimi ve iyileşme özlemi… Asıl sorunu ise nasıl ve neden sevildiğini kestirememek… Lee’nin ilgisi, hayranlığı ona çok iyi geliyor ama Joker olarak sevilmek, kafasını karıştırıyor belli ki… Telefonda Lee’ye Jacques Brel’in ünlü “Ne me quitte pas” şarkısının İngilizce versiyonu “If You Go Away”i söylerken, zihnindeki tüm o karmaşık duyguları fark etmek mümkün.

        Özetle, Todd Phillips’in hikâyeyi sağlam bir eksene yerleştirdiğini düşünüyorum. Kendisi olmak isteyen ama kendisini tam olarak tanımayan bir adamın trajedisini anlatıyor bize. Ama bir filmin ana fikri ve alt metninin sağlam olması her şeyi belirlemiyor. Hikâye örgüsünü sevmezseniz veya daha basit olarak söylersem, filme kapılıp gitmezseniz hiçbir şey işe yaramıyor. Kendi adıma konuşursam, Arthur Fleck’in Lee ile ilişkisi üzerinden gelişen hikâyeyi ne yazık ki sevemedim. İlk filmden sonra buradaki her şey nedense bana zorlama geldi.

        Todd Phillips’in “ilkini tekrar eden garantili devam filmi formülü”nü yıkma cesareti kuşkusuz takdire değer. İlk filmin hikâye formatını nerdeyse tümüyle bir yana bırakmasına da hiçbir itirazım yok. Ama Arthur Fleck’i, ilk filmin temel karakterlerinden biri olan şehirden uzaklaştırma fikrinin hikâyenin aleyhine çalıştığını düşünüyorum. Arkham, ada şeklindeki dış görünümü, Jackie Sullivan (Brendan Gleeson) gibi zorba gardiyanları ve içindeki hastalarıyla had safhada klişe bir yer. Mahkeme salonu da kibirli genç savcısı Harvey Dent (Harry Lawtey) dahil her şeyiyle tanıdık bir Hollywood klişesi olarak vücut buluyor filmde. Arthur Fleck / Joker’ı soluk alıp veren, filme dinamizm getiren o kirli şehrin içinden alıp iki donuk ve renksiz devlet kurumuna hapsetmek bence çok parlak bir fikir değil. Daha önemlisi, Lee Quinn’in de iyi yazılmış bir karakter olduğunu düşünmüyorum. Sorun, geçmiş öyküsünün yetersizliğinden mi kaynaklanıyor bilmiyorum ama Lady Gaga’nın yorumunu çok sevdiğimi söyleyemiyorum. Film boyunca duygusal bağ kuramadığım karton bir karakter Lee… Aslına bakarsanız, Arthur Fleck / Joker hariç filmdeki tüm karakterler bana tek boyutlu geliyor.

        “Akıl hastanesi dramı” ve “mahkeme salonu gerilimi” gibi filmin içinde pek iyi işlemeyen iki türü bir yana bırakırsak, Todd Phillips “Joker: İkili Delilik”i asıl olarak karanlık ve kasvetli bir müzikal olarak inşa ediyor. Müzikal fikrinin, devam filminin henüz olgunlaşmadığı bir dönemde, uykuya dalmadan hemen önce kendini Joker rolünde sahnede şarkı söylerken, şakalar yaparken gören Joaquin Phoenix’ten geldiğini belirtelim. Phillips, film boyunca şarkıları hayallerin ve bilinçdışının yansıması olarak kullanıyor. Yanlış hatırlamıyorsan, şarkıların önemli bir kısmını filmdeki diğer karakterler duymuyor. Müzik, Arthur ve Lee’yi birleştiriyor; ikisinin arasındaki iletişimi başka bir boyuta taşıyor. Film için bestelenmeyen, telifi ödenen hazır şarkılara dayalı “jukebox” adlı müzikal formu var karşımızda. Yanılmıyorsam, ikisi hariç 15 popüler şarkının “cover” dediğimiz yeni yorumları kullanılıyor filmde.

        Müzikal sahneler filmde kabaca ikiye ayrılıyor. Arada Hollywood müzikallerine, Sonny & Cher performanslarına gönderme yapan hayali sahneler var ki bunlar Arthur ve Lee’nin daha mutlu bir geleceğe duydukları özlemi yansıtıyor. Diğerleri ise sahnelerin veya diyalogların orta yerinde başlıyor ve fiziksel gerçekliğin ötesine geçerek, karakterlerin zihnindeki düşüncelerin yansımasına dönüşüyor. Uygulamaya baktığımızda, Hollywood müzikallerinden alışık olduğumuz “mükemmel performans, mükemmel koreografi” fikrinden tümüyle uzak duruluyor. Filmdeki şarkıların sette sadece piyano eşliğinde canlı olarak seslendirildiğini, Phillips’in profesyonel performanslardan ziyade, oyunculuğun ve karakterin duygusunun öne çıktığı sade yorumları tercih ettiğini belirtmem gerek. Bu hedef doğrultusunda farklı çekimleri birleştirdiği montaj aşamasında çok zorlandığını da not edelim.

        Hani, yaşadığımız durumla ilgili aklımıza bir şarkı gelir ve biz de onu mırıldanmaya başlarız ya, Phillips tam olarak bunu istiyor müzikal sahnelerde. Fikir bence teknik olarak gayet iyi işliyor. Böylelikle Phillips, insanların durup dururken şarkı söyleyip dans etmesinin getirdiği yabancılaşma hissini belirli ölçülerde azaltıyor, farklı bir müzikal formu inşa ediyor. Ama tüm bu şarkıların filme dramatik bir derinlik getirdiğini söylemem olası değil. Beğenenler olacaktır hiç kuşkusuz ama bana sorarsanız, müzikal ile psikolojik dramı yan yana getirme fikrinin bu film özelinde pek iyi çalışmadığını düşünüyorum. Yine de son karar sizin…

        Son olarak, filmin en sevdiğim yanından söz etmek istiyorum. IMAX uyumlu Arri Alexa kameralarla çekilen “Joker: İkili Delilik”te, görüntü yönetmeni Lawrence Sher, gayet iyi iş çıkarıyor. Açılışta seyrettiğimiz, 1940’lı yılların Looney Tunes adlı çizgi dizisini akla getiren, “Belleville’de Randevu” (Les triplette de Belleville) ile tanıdığımız Fransız sinemacı Sylvain Chomet tarafından hazırlanan animasyondan başlayarak tüm filme hükmeden “retro” bir görsel doku var. Renk paleti ve aydınlatma, 21. Yüzyıl’da geçmeyen, görsel olarak maziyi hatırlatan bir filme götürüyor bizi. Basın gösteriminde filmi Marmara Forum’da yeni açılan CineNova IMAX salonundaki yeni teknoloji 4K lazer projeksiyonunda seyretmenin çok ayrı bir keyfi olduğunu belirtmek isterim. Umarım bu girişim, filmlerin gösterim koşullarının giderek kötüleştiği bir sinema ortamında salon işletmecilerinin teknik koşullara daha çok yatırım yapmasını teşvik eder.

        6/10