31. Adana Altın Koza Film Festivali, geçtiğimiz cumartesi gecesi yapılan bir törenle sona erdi ve ödüller dağıtıldı. Ekipte yer alan biri olarak festivali değerlendirmek ve sonuçları yorumlamak elbette bana doğru gelmiyor. Buna karşılık, film eleştirmeniyim ve sonuçlar açıklandıktan sonra festivale katılan filmler hakkında yazmamın önünde hiçbir engel göremiyorum. İleride seyirciyle buluştuklarında ve fırsat buldukça, bu filmler üzerine düşüncelerimi paylaşmaya devam edeceğim. Sonuçta, asıl işim bu… Yeri gelmişken, ulusal yarışma seçkisinde yer alan 11 filmin 11’ini de sevdiğimi; bu filmleri festival seyircisine sunmaktan çok memnun olduğumu söylemek isterim.
Festival sonrasındaki ilk yazımı yarışmanın büyük ödülünü kazanan filme ayırmaktan yanayım. Böylelikle nerdeyse bir haftadır festival üzerine yazan meslektaşlarımdan da çok geri kalmış olmam.
Murat Fıratoğlu’nun yazıp yönettiği ilk uzun konulu film olan “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, sıcak bir yaz gününde domateslerin tuzlanarak güneşin altına serildiği düzlükte açılıyor. İlk genel planlar renk ve kompozisyon olarak nerdeyse resim kadar güzel, etkileyici; ama yönetmen Murat Fıratoğlu kamerasını işçilere yaklaştırdığında, gerilim ve huzursuzluk kendini hemen gösteriyor.
Yevmiyelerin uzun süredir verilmediğini ve ustabaşı konumunda çalışan Hemme’nin işlerin bitmesi için çalışanlara biraz fazla yüklendiğine tanık oluyoruz önce. Kimse ses çıkarmadan çalışırken Eyüp (Murat Fıratoğlu), haklı olarak parasını istiyor, iş yükünün fazlalığından şikâyet ediyor.
Eyüp’ün İzmir’den gelmesinin onu diğerlerinden ayrıştırdığı ve kolay boyun eğen biri olmadığı belli… Otoritesinin sorgulanmasından rahatsız olan “abi” konumundaki Hemme, gereksiz şekilde Eyüp’ün üstüne gidip efelenince testosteron yükseliyor ve kavga çıkıyor. Araya girenler sayesinde çok şükür kimse kimseye dokunamıyor ve Eyüp sık sık tekleyen arızalı motosikletiyle olay yerinden uzaklaşıp Siverek’e, evine dönüyor.
Kameranın sabit kaldığı, temponun özellikle düşük tutulduğu eve gidiş sekansı, ufka doğru göz alabildiğine uzanan düzlüklerde geçiyor. Planların süresi uzun tutuluyor; kamera Eyüp’e ısrarla yaklaşmıyor. Yönetmen bizi çevredeki o sakinlikle, sessizlikle baş başa bırakarak ve çok az kesme yaparak zamanın akışını nerdeyse bire bir hissettiriyor. Ovanın sakinliği, ıssızlığı ile Eyüp’ün içindeki şiddet duygusunun karşı karşıya geldiği bir sekans bu… Kamera, tüm sekans boyunca genel planlar içinde hacimsiz figür olarak gösterilen Eyüp’e yaklaşmıyor belki ama beden dili, içindeki öfkenin geçmediğini sezdiriyor.
Film bir yanıyla tam da bu öfke üzerine kurulu. Zaten hikâye örgüsü de “Öfke şiddete dönüşecek mi? Kan dökülecek mi?” sorusu üzerinden gelişiyor.
Siverek’e geldiğinde öğle vakti fırında pişip gelmiş yemeğin olduğu tepsiye pide banan iki esnafın rahat hallerinin ve etrafta dolaşan güvercinlerin verdiği huzurun onu sakinleştirmesini diliyoruz içten içe. Çünkü ortam, domates tarlasındaki gerilimden ve arızalı motosikletin asap bozucu performansından sonra bize iyi geliyor. Ama abisinden gelen telefonlar sırasında yüzünü yakın plandan gördüğümüzde, Eyüp’ün öfkesinin kolay kolay dinmeyeceğini, hatta daha da arttığını hissediyoruz.
Murat Fıratoğlu’nun genelden kesintisiz tek plan olarak çektiği bahçe sahnesinde biz, evdeki aile sıcaklığını yine uzaktan görüyoruz. Ama Eyüp, sahip olduğu şeylerin paha biçilmez değerine hiç aldırmadan, yüklükteki yorganların arasından bulup çıkardığı silahı beline koyuyor ve hikâye yeni bir eksene oturuyor. O eve bir katil olarak dönecek olması fikri ise dayanılmaz geliyor bize.
Dramatik yapısını basit şekilde şöyle özetleyebileceğim bir hikâye bu aslında. Kötü adam: Eyüp’ün içindeki öfke… İyi adam: Siverek’teki gündelik hayatın içinde saklanan şiir…
Murat Fıratoğlu da işte bu şiirin peşine düşüyor. Upuzun sıcak yaz öğlesi, günbatımına doğru ilerlerken Eyüp, sürprizlerle dolu Siverek’in dar sokaklarında, gül bahçelerinde, üzüm bağlarında hayatın o sözlere dökülmeyecek benzersiz sihriyle karşılaşıyor. Hayat şiire dönüşüp Eyüp’ün içindeki öfkeye karşı adeta savaşıyor. Ama Eyüp geçip giden saatler içinde sadece sevgiyi, sabrı, güzelliği, tutkuyu değil; hüznü de yoğunluğuna yaşıyor. Hayatı boyunca kaçırdığı trenler bir yana “çocuk kafası”nın güzelliğinden çok erken yaşlarda koptuğunu hatırlamak zorunda kalıyor. Ayrıca aç gözlülük, nobranlık, görgüsüzlük ve kötülük de çıkıyor karşısına. Yanında patlamaya hazır bir silahla Siverek sokaklarında dolaşırken sabrı adeta test ediliyor. Karşılaştığı bazı insanlar öylesine şeyler yapıyor ki Hemme’ye yönelik öfkesinin yön değiştirdiğini bile seziyoruz. Müteahhitlik yaparak sınıf atlayan akrabalarından biriyle yaptığı konuşma sırasındaki sabrı ise bize umut veriyor.
Filmde günlük hayatın şiiri ile paralel akan başka bir şey daha var: Günlük hayatın içindeki ironi… Karpuz sahnesiyle başlayıp sürüp giden bir mizah duygusu bu… Eyüp’ün, hedefine doğru ilerlerken dar bir Siverek sokağında 10 adım attıktan sonra geri dönüp tek eliyle taşıdığı karpuz ve koluna girdiği ihtiyarla birlikte yürümeye başlaması, hikâyenin bence dönüm noktası… O andan itibaren “Siverekli melekler”, Eyüp’ü kendi hayat ritimlerinin içine çekmeye başlıyorlar. Orası, Eyüp’ün hızıyla filmin hızının kesiştiği sahne… Ondan sonra Eyüp ne kadar hızlanırsa hızlansın Siverek, tıpkı arızalı motosikleti gibi onu yavaşlatmanın yolunu hep buluyor. Bazen geçmişi hatırlamasını sağlıyor, “flash-back” olmadan çocukluğuna götürüyor ve tüm bunları Eyüp için zamanın akışını yavaşlatarak yapıyor. Herkes onu bekletmeye, yanında tutmaya çalışıyor.
Malum, nesnel zaman değil, içimizdeki zamanın akışıdır önemli olan. Eyüp bekledikçe, durdukça ve sabrettikçe, hayatın söze dökülemez gizemi ve güzelliği tarafından kuşatılıyor. Bu arada, geçmişte yaşadıkları, yaptığı kritik seçimler, kişiliği ve ahlaki değerleri hakkında da fikir sahibi oluyoruz. O yüzden çok katmanlı, derinlikli bir film duruyor karşımızda. Aynı zamanda, farklı okumalara da açık…
Mesela, “siesta yapan bakkal”, mizah duygusu ve yavaşlayan zaman fikrinin bir araya geldiği, çok anlamlı şahane bir sahne. Filmin en çok güldüğüm yeri olması bir yana, kendi adıma Eyüp’ün orada şaşkınlığın ötesinde garip, nerdeyse gizemli bir tecrübe yaşadığına inanıyorum. Sanki masumiyet duygusuyla ilgili bir şey bu... Uyku, biraz savunmasızlık, biraz masumiyet değil mi aslında? Televizyondan gelen seslerin bakkalın rüyasını etkileyip etkilemediğini bir yana bırakıyorum. Söz konusu nostaljik çizgi dizinin verdiği huzurla uykuya dalması ihtimali de çok hoş. Burada, Eyüp’ün zihninden geçenler tümüyle bize bırakılıyor ki ben orada çocukluğa dönüş, nostalji gibi başka hoş şeyler de buluyorum. Ayrıca, esnafın kapıdan içeri girecek herkese koşulsuz güven duyması, dükkânı insanların vicdanına emanet etmesi, Eyüp için hayatın aydınlık tarafının açık bir göstergesi. Karanlık ile aydınlık arasında bir gün yaşıyor sonuçta.
Bu arada, hayatın tüm anlamsızlığıyla karşısına çıktığı sahneleri de not etmem gerek. Özellikle çevresinde oynayan çocukların seslerini duyarak parktaki banka oturup kaldığı sahne, hayatın mana vermekte zorlanacağımız detaylarla dolu olduğunun ispatı gibi… Bazısı komik ve anlamsız bazısı ise domateslerin üzerinden uçuşan naylon torbalar gibi şiirsel… Kendimizden kopup sadece çevremizdeki hayatın teferruatlarına odaklandığımızda, dünya şiirsel veya anlamsız gelebiliyor.
Murat Fıratoğlu, açılıştaki halk dansı sahnesine bağlanan finaliyle son sözünü söylüyor ama boşlukları doldurmayı yine seyirciye bırakıyor. Böylece açılışta gördüğümüzde çok şey ifade etmeyen halk oyunu, bir anda yoğun ve güçlü duygulara vesile oluyor.
“Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” üzerine yazarken Abbas Kiorastami sinemasından başlayıp bizde örneklerini çok nadir gördüğümüz “deadpan” mizahına kadar uzanmak mümkün. Fıratoğlu’nun ödül konuşmasında verdiği yazar ve yönetmen referansları üzerinden yapılacak okumalar da kuşkusuz yeni kapılar açabilir. Kesin olan, üzerine düşündükçe zenginleşen filmlerden olması… Asıl önemlisi, duygusal olarak giderek artan bir yoğunlukla beni kuşatması ve ruhuma çok iyi gelmesi oldu. Umarım, seyircilerle buluşmakta gecikmez.
7.5/10