1990’lı yılların kült filmlerinden biriydi “Ölümsüz” (The Crow – 1994). Video klip ve reklamdan gelen Alex Proyas’ın yönettiği gotik tarzda bir fantezi aksiyon örneğiydi. Kült hale gelmesinin tek nedeni, Proyas’ın tutku dolu, dışavurumcu görsel stili değildi. Başroldeki Brandon Lee’nin çekimler sırasındaki trajik ölümü öylesine acı vericiydi ki “Ölümsüz”, sadece bir film olmaktan çıktı. 28 yaşındaki Brandon Lee’nin sette silah kazası sonucunda can vermesi, babası Bruce Lee’nin 32 yaşındaki erken ölümünün unutulmaz hatırasıyla birleşerek üzüntüyü derinleştirdi. Böylelikle, hüzünlü ve doğaüstü tarzda bir öbür dünyadan dönüş hikâyesi anlatan “Ölümsüz”, kült bir matem filmi haline geldi. Brandon Lee’nin trajik sonu ve film, yıllar içinde birbirinden ayrılmaz tek bir hikâyeye dönüştü; sinema tarihinin göz yaşartıcı sayfaları arasında yerini aldı.
30 yıl sonra gelen “The Crow: Ölümsüz”ün yurt dışında eleştirmenler tarafından yerden yere vurulmasının en önemli nedenlerinden biri galiba ilk filme duyulan bu büyük saygı... Bazen eleştirmenler, beklentileri çok yukarıda tutan, iddialı, gösterişli yapımlara karşı çok acımasız olabilirler. Kült filmlerin yeniden çevrimlerini, devamını veya “reboot”larını eleştirmenlere ve sinemaseverlere beğendirmek kuşkusuz zor iştir. Ama yine de burada daha sert ve farklı bir tepki söz konusu.
Tepkinin nedenlerine gelmeden önce biraz yapım öyküsüne de bakmak gerekiyor. Peş peşe gelen ve eleştirmenlerin ciddiye dahi almadığı, düşük bütçeli üç “The Crow” filminin ardından 2008 yılında başlayan yeniden çevrim projesinde dile getirilen ilk hedef, 1994 yapımı filmin değil, 1989’da yayımlanan aynı adlı resimli romanın yeniden uyarlanmasıydı. Tüm hikâyeyi yeni baştan kurma, yani “reboot”, fikri ise ilk kez 2013’te telaffuz edilmiş; hatta resimli romanın yazarı James O’Barr projeye danışman olarak dahil edilmişti. Sonraki yıllarda köprünün altından çok sular akmasına rağmen O’Barr’ın “orijinal metnin ruhuna daha sadık olacak” dediği yeni uyarlama, bir türlü gerçekleştirilemedi. Tüm bu “reboot” fikrine en güçlü muhalefet ise 2019 yılında ilk filmin yönetmeni Alex Proyas’tan geldi. Proyas, bugün gösterilen tepkileri çok önceden haber veren bir yaklaşımla, yapımcıları uyardı; sıfırdan yeni bir hikâye fikrinden vazgeçmeleri gerektiğini söyledi. Çünkü ona göre sadece yeniden çevrimi yapılacak bir film yoktu ortada. “The Crow” aynı zamanda Brandon Lee’nin mirasıydı ve her şey ona saygı çevresinde yapılmalıydı.
Projeyi 2020’de devralan yönetmen Rupert Sanders de Zach Baylin ve William Josef Schneider’ın yazdığı senaryonun ilk hedeflerinden birinin Brandon Lee’ye saygı olduğunu açıklıyordu. Ona göre Eric Draven rolünü canlandıracak Bill Skarsgård da Brandon Lee’nin halefi olacaktı. Ne var ki, gelen ilk tepkilere baktığımızda, Sanders’in önüne koyduğu hedeflere ulaştığını söylemek imkânsız.
1994 yapımı kült filmden habersiz genç neslin “The Crow: Ölümsüz”e nasıl tepki vereceğini kestirmek için henüz erken ama gişeden gelen sonuçlara baktığımızda, ilk 3 günlük hasılatın beklentilerin yüzde 50 altında kaldığını görmek mümkün. Eğer bir mucize olmaz ve “fısıltı gazetesi” iyi çalışmazsa “The Crow: Ölümsüz” 2024’ün hayal kırıklıkları arasına girebilir.
Başarısızlığın nedenlerine girmeden önce, “The Crow: Ölümsüz”ün sadece ilk filmden değil; resimli romanın hikâyesinden de bağımsız olarak yazıldığını belirtmek istiyorum. Hayli serbest bir uyarlama olmasına rağmen ilk filmin dahi James O’Barr’ın resimli romanına daha sadık kaldığı aşikâr. Özetle, “reboot” konusunda çok ileri gidildiğini, orijinal metinden fazlasıyla uzaklaşıldığını en baştan söylemek gerek. Ama başarısızlığının nedeni olarak bunu göstermek doğru değil. Çünkü kaynak metnin veya filmin birkaç temel noktasına bağlı kalarak yeni bir hikâyeyle başarılı olmanız her zaman mümkündür. Bunun en iyi örneği de “Kara Şövalye” (The Dark Knight – 2008) gibi bir başyapıtın ve Heath Ledger’ın Oscarlık performansının altında asla ezilmeyen, Todd Phillips’in “Joker” (2019) filmidir.
Burada ise 30 yıl önceki filmin altında ezilmekten kurtulamayan bir hikâye var. Alex Proyas’ın 1994 yılındaki hızlı kurgu sineması ve dışavurumcu biçimcilik, kendi çağı için önemliydi; kuşkusuz bugün de hâlâ değerli ama günümüz sinemasında sizi üst seviyeye çıkaracak estetik bir eşik değil artık. 21. Yüzyıl sinemasında gözden düşmeyen en önemli unsur hâlâ hikâye…
Rupert Saunders’in filminin en önemli dezavantajı da hikâyede düğümleniyor. Belli ki hedef, ilk filmin düz hikâyesini daha çok karaktere yer veren, daha alengirli, daha karmaşık, daha detaylı hale getirmek... Bana sorarsanız, filmin sorunları da işte tam da bu “daha fazla” ihtirasından kaynaklanıyor.
Mesela, karga kaynayan yenisinin aksine ilk filmde tek karga vardır ve o karga, hikâyenin doğaüstü boyutunu inşa eden en önemli unsurdur. Eric Draven, hayatını kaybettikten bir yıl sonra mezarından çıkar ve intikam almak için harekete geçer. Ölümsüzdür ama gücünü kargadan alır.
Yeni filmde ise doğaüstü öğeler çok daha geniş bir alana yayılıyor. Eric, öldükten sonra ölümle yaşam arasında kalan bir yere gidiyor mesela. Hatta orada onu yönlendiren ve akıl veren Kronos (Sami Bouajila) çıkıyor karşısına. Ayrıca, filmin kötü adamı Vincent Roeg’un (Danny Huston) da doğaüstü güçlere sahip olduğunu görüyoruz. Roeg ve Eric, aynı “metafizik sistem”in içindeler. Roeg, Eric’in kendisi için ne kadar tehlikeli olduğunu anlamakta gecikmiyor mesela. Oysa ilk filmde ve resimli romanda kötü adamlar, maddi çıkarlarının peşinden koşan bir şehir çetesinden ibarettir. Kötülüğün dehşeti, sıradanlığından gelir.
İlk filmde Eric’in bütün geçmiş öyküsü, kısa planlar eşliğinde izlediğimiz ani flash-back’lerden, fotoğraflardan oluşur. Rock müzisyeni olduğunu ve öldürülmese Shelly ile evleneceğini biliriz sadece. Yeni film ise Eric’in çocukluğunda yaşadığı ağır ve üzücü bir deneyimle açılıyor. Sonra Shelly’nin (FKA twigs) ve filmin Kont Dracula’yı andıran kötü adamı Vincent Roeg’un hikâyesi giriyor araya. Ardından Eric ile Shelly’nin uyuşturucu bağımlılarının tedavi edildiği cezaevi – hastane karışımı bir mekânda tanışmalarına ve oradan kaçmalarına tanık oluyoruz. Özetle, ilk filmde mezardan çıkarken tanıştığımız Eric’in aksine burada, ölmeden önce yaşadıklarına çok daha geniş yer verilen bir karakter var.
Peki, tüm bunların filme olumlu bir katkısı var mı? Şöyle yanıtlayalım: İlk filmde Eric ile bilgilerimiz az ama yeterlidir. Yeni filmde ise bilgilerimiz fazla ama yetersiz. Çünkü ilk filmin karakter temelli bir hikâye olmak gibi bir niyeti yoktu. Eric için her şey acıların asla sona ermeyeceği bir ruh hali ve onu yansıtan karanlık görsel atmosferle sınırlıydı. Yeni film ise karakteri derinleştirmeye, Shelly ile yaşadığı aşkı daha kapsamlı işlemeye çalışıyor ama ne kadar başarılı olduğu tartışılır. Yazarlar hikâyenin detaylarını, mesela kötü adamın doğaüstü yeteneklerini özenle kuruyorlar ama Eric ve Shelly’yi daha derinliğine tanıdığımız karakterler haline getiremiyorlar.
İlk filmde Şeytan’ın Gecesi’ni yaşayan Detroit cehennemden farksızdır ve sevgi bu cehennemde tutunabileceğimiz yegâne değerdir. Yeni film de aynı fikir üzerine inşa ediliyor ama burada Eric’in intikam almanın ötesinde başka seçenekleri de var.
“The Crow: Ölümsüz”ün en büyük sorunu hikâyeyi çok detaylandırması ve her şeyi “fazla fazla” kullanması… Daha derin, daha karmaşık, daha yoğun, daha duygusal bir hikâye anlatacağım derken ipin ucunu kaçırması… İlk filmin ve resimli romanın tek boyutlu mütevazı hikâyesinin gücünü tümden ıskalaması…
Hollywood’da gerçekleştirilen yeniden çevrimlerin temel hedefi, 21. Yüzyıl sinemasının teknik olanaklarını kullanarak eski filmleri seyretmeyen yeni nesilleri yakalamaktır… Rupert Saunders, görüntü yönetmeni Steve Annis ve prodüksiyon tasarımcısı Robin Brown ile elinden gelenin en iyisini koyuyor ortaya. İlk filmin modern gotik anlayışını taklit etmeyen karanlık ve şık bir atmosfer kuruyor. Ama çöküş dönemini yaşayan ve cehennemi andıran bir metropolde geçen ilk filmdeki gibi kendine özgü bir vizyon yakaladığını söylemek zor.
Rupert Saunders, finale doğru özellikle opera salonunun fuayesinden sahnesine kadar uzanan sekansta John Wick filmlerini akla getiren bir “şiddet paketi”yle geliyor karşımıza. Aradan geçen 30 yılda Eric’in öldürdüğü insanların sayısındaki bu astronomik artışı, video oyun estetiğinin yaygınlaşmasına veya 21. Yüzyıl sinemasının aşırıya kaçan yanlarına bağlamak mümkün. Süper kahraman sinemasının bariz etkilerini de görüyoruz filmde. Eric Draven öbür dünyadan döndükten sonra aslında süper güçler kazanıyor. Karşısında da yine süper güçlere sahip bir kötü adam var. Belli ki Saunders, yeni nesil seyirci neyi seviyorsa, filme onu yerleştirmeyi tercih ediyor. Ama aynı seyircinin derinlikli karakterlere duyduğu ilgiyi ıskalıyor.
Tüm bunlara rağmen “The Crow: Ölümsüz”ün, öyle seyredilmeyecek, yüzüne bakılmayacak kadar kötü bir film olduğunu pek düşünmüyorum. Seyrederken zaman akıp gidiyor. Çağdaş aksiyon sineması seyircilerini çok da mutsuz etmez gibi geliyor bana. Bill Skarsgård, FKA twigs ve Danny Huston da kötü performanslar çıkarmıyorlar. Sonuçta, 21. Yüzyıl sinemasının olumlu olumsuz bütün özelliklerini yansıtan bir “reboot” denemesi var karşımızda.
5.5/10