Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Sinemada birçok seri, alttan alta hep aynı formülü tekrar eder. Hikâyeler birbirine hiç benzemese dahi tekrar eden bazı örüntüler vardır. Seriyi başlatan “Alien”ın (1979) peşinden gelen üç film, aynı örüntüler üzerinden şekillenen çok farklı hikâyelere yönelir. Asıl önemlisi, üçü de yönetmenlerinin vizyonlarını ve yaklaşımlarını yansıtırlar. Alien en başından beri yönetmenlerin kendi görsel atmosferini kurduğu bir seridir. Fede Alvarez’in filmi “Alien: Romulus”, bu kuralı bozmuyor. Ama asıl dikkat çekici yanı, “prequel” olarak tasarlanan önceki iki filmden ayrıldığı noktalar…

Ridley Scott, seriyi 2000’li yıllarda yeniden ele aldığında, iki temel prensip üzerinden hareket eder. Stanley Kubrick’in “2001: A Space Odyssey” filmindekine benzer şekilde, “evrenin, varoluşun sırları” üzerinden bir gizem hikâyesi kurar öncelikle. İkincisi, serinin önceki filmlerine oranla 1979 yapımı “Alien”ın dramatik unsurlarına daha çok sadık kalmaya çalışır, güvenli sulardan ayrılmaz. Dolayısıyla, “Prometheus” (2012) ve “Alien: Covenant” (2017), kurdukları görsel dünyalar dışında seriye nerdeyse hiçbir yenilik getirmez.

Fede Alvarez’in yönettiği “Alien: Romulus”ta, “Prometheus” ve “Alien: Covenant”ta gördüğümüz “Yeryüzü’ndeki yaşamın kökenlerine yolculuk” gibi gizemli izlekler yok. Ama serinin son iki filminde olmayan başka bir şey var: İlk filmin yenilikçi ruhu… Alvarez’in Rodo Sayagues ile birlikte yazdığı senaryo, bazı açılardan, serinin ilk filmini akla getiren bir hikâyeye sahip. Özellikle de bir grup insanın bir uzay gemisinde, hakkında hiçbir şey bilmedikleri tehlikeli ve ölümcül yaratıklarla karşılaşmaları itibarıyla…

İlk filmdeki mürettebat ile “Alien: Romulus”ta gemiyi ele geçiren gençlerin ortak özelliklerinden biri, Weyland Yutani şirketi için çalışmaları veya çalışmış olmaları… Yaratık veya yaratıklarla tesadüfen karşılaşıyor ve farkında olmadan şirketin gizli planlarına alet oluyorlar. Şirket, yaratıklarla ilgili kendi gizli planını yürürlüğe koyuyor ve çalışanlarının hayatına hiçbir şekilde değer vermiyor. İlk filmin alt metninde kendini gösteren rekabetçi vahşi kapitalizm eleştirisi, “Alien: Romulus”ta daha güçlü şekilde karşımıza çıkıyor.

Ana karakter Rain (Cailee Spaeny) dahil olmak üzere filmdeki tüm gençler; Tyler (Archie Renaux), Kay (Isabela Merced), Bjorn (Spike Fearn) ve Navarro (Aileen Wu), şirketin kurduğu maden kolonisi Jackson’s Star’da ücretli kölelik düzeninde yaşamaya isyan ediyorlar. Madenlerde çalışarak genç yaşta ömürlerini tüketmemek için yörüngedeki başıboş gemiyi çalıp gezegenden kaçmak istiyorlar. Ama özgürlük ve yeni hayat özlemleri, yaratıklara karşı tam bir yaşam mücadelesine dönüşüyor.

“Alien: Romulus”, “Alien”daki olayların geçtiği dönemden 20 yıl sonrasını anlatıyor. Bu tarihsel yakınlık, iki filmi görsel açıdan birbirine yaklaştırıyor. Özellikle de Mother adlı ana bilgisayarın yönettiği uzay gemisindeki teknoloji, bizi ilk filme götürüyor. Fede Alvarez, 1970’lerin gelecek tasarımını temel alan fikirleri 45 yıl sonra yeniden uygulayarak filmine dolaylı bir “retro” dokunuş getiriyor.

İki film arasındaki tüm bu esinlenmeler, etkilenmeler bir yana, Fede Alvarez seriye hem görsel atmosfer hem hikâye açısından kendi damgasını vurabiliyor. Güneşin pek ortaya çıkmadığı, koyu renk bulutların altındaki karanlık maden kolonisi, çalışma kamplarını akla getiren iç burkucu bir yer. Distopik bir tasarımın ötesinde 21. Yüzyıl’da çok zor şartlarda hayatlarını sürdüren milyonlarca emekçiyi akla getiriyor. Boğaz tokluğuna çalışan ve güneşli dünyaların özlemini çeken genç işçilerin yaşamda kalma mücadelesi ile şirketin gizli gündemi arasındaki çelişki, filmin politik alt metnini özetliyor. Bir yanda, yüksek kâr oranlarını hedefleyen, insanları sadece ucuz işgücü olarak gören neoliberal zihniyet; diğer yanda, geleceklerini arayan umut dolu yoksul gençler... Film ilerledikçe o gençler ile yaratıkların karşı karşıya gelmesi alt metni belirginleştiriyor.

Şirketle gençler arasındaki çatışmada yapay zekâlar, özellikle de Rain için nerdeyse kardeş gibi olan Andy (David Jonsson) anahtar rol oynuyor. Andy ve onun gemideki diğer yapay zekâlarla kurduğu ilişkiler, filmin ikinci yarısında öne çıkıyor. “Prometheus” ve “Alien Covenant”ın benim için en güçlü yanlarından biriydi Michael Fassbender’in canlandırdığı David ve Walter adlı yapay zekâ karakterleri. Gerçi Andy belki o kadar etkileyici bir yapay zekâ değil ama hikâye örgüsü açısından hayli kritik bir konumda.

İlk “Alien”, Sigourney Weaver’ın canlandırdığı Ripley ile günümüz sinemasına ilham veren bir kadın karaktere sahipti. Scott’ın yönettiği önceki iki filmde de Ripley’i akla getiren, aksiyon kahramanına dönüşebilen güçlü kadın karakterler vardı. Alvarez ile Sayagues’in Rain karakteri ise vasıfsız, sıradan yoksul bir maden işçisi olarak çıkıyor karşımıza. Rain hikâye ilerledikçe güçleniyor belki ama bir Ripley taklidine dönüşmüyor; Cailee Spaeny’nin yorumuyla kendine özgü bir ana karakter oluyor.

“Evil Dead” (2013) ve özellikle “Nefesini Tut” (Don’t Breath -2016) ile tanınan, korku gerilim türüne hâkim Fede Alvarez’in dikkat çeken bir başka başarısı, yaratıkların ortaya çıkmasıyla başlayan korku gerilim duygusunu çok iyi inşa etmesi… Burada yönetmenlik kadar senaryoda geliştirilen fikirler de önemli. Sözgelimi, küçük yaratıkların üremek için insan peşinde koşmaları, yerçekimi faktörü ve canavarların kan yerine asit taşıyan bir organizmaya sahip olmaları… Bana sorarsanız, Alvarez gerilim ve görsel atmosfer konusunda serinin önceki iki filminin üstüne çıkmayı başarıyor. Uzay gemisini, daha doğrusu Romulus ve Remus adlı iki ayrı bölmeye sahip uzay istasyonunu, karanlık, kuytu, bilinmez kuytu köşeleri ve loş koridorlarıyla tekinsiz bir yer olarak çiziyor. Ama 1979 tarihli “Alien”ın gerilim ve atmosfer konusundaki benzersiz başarısını yakaladığını elbette söyleyemem. Tam da burada, iki filmi birbirinden ayıran en önemli unsurun, yaratıkların sayısı olduğunu düşünüyorum. Küçük yaratıklar, “Alien: Romulus”un hikâyesini şekillendiren en önemli unsurlardan belki. Ama bir noktadan sonra filmdeki yaratıkların fazlalığı, kompleks organizmaları, beklenmedik yeni hedefleri, hikâye için avantaj olmaktan çıkıyor. Film boyunca yaratıkların üremesi, çoğalması ve organizmaları nedeniyle ilgili çok fazla şey olup bitiyor. Öyle ki, filmden çıkınca çoğunu hatırlamıyorsunuz. Oysa ilk filmde tam tersidir. Bir yaratık ve onun benzersiz organizması gerilimi tek başına kurar. “Alien Romulus”un finaline doğru daha önce serinin hiçbir filminde görmediğimiz, alt tür olarak “biyolojik korku” olarak niteleyebileceğimiz bazı gelişmeler gerçekleşiyor. Ama Hollywood’un çok sevdiği “en acaip ve en tehdit edici olanı finale saklama” klişesinin filmin artistik kalitesine çok şey kattığına inanmıyorum. Ne var ki, son tahlilde Fede Alvarez’in alt metni, görsel atmosferi ve korku gerilim duygusuyla Alien serisine anlamlı bir dokunuş getirdiğini düşünüyorum.

7/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar