Geçtiğimiz haftalarda gösterime giren ve seyircilerden çok fazla ilgi görmeyen ‘Şafak Sökerken’ (Finalmente l’alba), gözlerden kaçıp gitmemesi gereken filmlerden. Dikkat çekici bir hikâyeye sahip ‘Aç Kalpler’ (Hungry Hearts – 2014) ile tanıdığımız İtalyan sinemacı Saverio Costanza’nın yazıp yönettiği film, 1953 yılında Roma’da geçiyor.
Hikâyesi ve ele aldığı döneme yaklaşımıyla öne çıkan bir film ‘Şafak Sökerken’… Detaylara, sürpriz gelişmelere girmeyecek olsam da hikâye akışından söz etmeden filmin derinine inmem zor. O yüzden, hikâye örgüsü konusunda hassas okurların yazıyı filmi seyrettikten sonra okumaları belki daha iyi olabilir. Karar sizin…
‘Şafak Sökerken’in ilk sahnesi ‘film içindeki film’le açılıyor. İtalya’da II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde geçen siyah beyaz bir filmin duygusal finalini seyrediyoruz. Yeni Gerçekçilik akımından esinlenen, Amerikalı yıldızlara da yer veren film sona erip ışıklar yandığında Roma’da bir sinema salonunda, öğle matinesinde olduğumuzu anlıyoruz. Seyirciler arasında yer alan bir adam, sinemaya annesi Elvira (Carmen Pommella) ve kız kardeşi Mimosa ile gelen alımlı Iris’e (Sofia Panizzi), ertesi sabah film stüdyolarının bulunduğu Cinecitta’da yapılacak oyuncu seçmelerine katılması gerektiğini söylüyor ısrarla.
İlerleyen bölümlerde hikâyenin ana karakteri olduğunu öğreneceğimiz Mimosa (Rebecca Antonaci), filmin ilk sahnelerinde teklif alan kardeşi Iris’in yanında genellikle sessizce duruyor ve olup bitenleri gözlemliyor. Savaş öncesi çekilen Hollywood yapımlarını, savaş sonrası çekilen İtalyan filmlerine tercih ettiğini söyleyen annesini dinlerken, ertesi sabah seçmelere girecek Iris’in heyecanını paylaşırken, filmin ana karakteri olacağı açıkçası pek aklımıza gelmiyor. Akşam, ailesiyle birlikte yaşadığı mütevazı orta sınıf evi görüyor; emekçi babasını ve kendisini ziyarete gelen utangaç nişanlısını tanıyoruz. O gece Iris, sinema yıldızı olma hayalleri kurarken; Mimosa gelecekte kendisini bekleyen hayatın, seyrettiği filmlere pek benzemeyeceğini bilerek giriyor yatağına.
Ertesi sabah annesinin, Mimosa’nın Iris ile birlikte Cinecitta’nın kapısından içeri girmesine izin vermesinin nedeni, ‘gölgede kalan kız kardeş’ olarak özetleyebileceğimiz kırgınlık halini biraz olsun telafi etme isteği aslında… İçeride, sürpriz şekilde seçmelere katılma şansını elde eden Mimosa, Iris’in aksine Eski Mısır’da geçen epik Hollywood filmin figüranları arasına giremiyor. Hatta bir an önce Cinecitta’yı terk etmesi dahi isteniyor kendisinden. Ama koridorda öylesine dururken filmin yıldızı Josephine Esperanto (Lily James) ile göz göze geliyor ve her şey mucizevi şekilde değişiyor. Film setinde figüran olarak bir iş günü geçirmekle kalmıyor, sürpriz şekilde Josephine’in gözdesi oluyor ve set çıkışı sabaha kadar süren rüya gibi bir serüvenin içinde buluyor kendini.
Costanza, ‘Şafak Sökerken’in senaryosuna ilham veren gerçek olaya filmin içinde de yer veriyor. Mimosa, Cinecitta’da yolunu kaybettiği anlarda, Wilma Montesi adlı genç ve güzel figüranın cansız bedeninin Roma yakınlarındaki plajda bulunduğunu gösteren haber filmini seyrediyor. Böylelikle Mimosa ile Wilma Montesi arasında en baştan açık bir bağ kuruluyor.
İtalya’da film çevrelerinde yıllar boyunca dolaşan dedikodulara göre, Wilma Montesi, sinema çevrelerinden insanların katıldığı partilerden birinde kaybetti hayatını. Polisin dikkatini çekmemek için cesedi plaja bırakıldı. Fellini’nin ‘Tatlı Hayat’ (La Dolce Vita - 1960) filmine de ilham veren çılgın sosyete partileriydi bunlar.
Mimosa da filmde Josephine Esperanto, yeni kuşak Hollywood starı Joe Keery (Sean Lockwood) ve galeri sahibi Rufus Piori (Willem Dafoe) ile benzer bir jet sosyete partisine katılıyor; orta sınıf hayatında daha önce asla karşılaşmadığı deneyimler yaşıyor. Üstelik sıradan biri olarak katılmıyor partiye. Josephine sayesinde gecenin en gizemli ve havalı konuklarından biri haline geliyor.
Böylelikle Mimosa, daha düne kadar sadece filmlerden, gazete ve dergilerden gördüğü, hayranlık duyduğu film yıldızlarıyla takılmanın nasıl bir tecrübe olduğunu dahi anlayamadan kendini ilgi merkezi olarak buluyor. Ama gece ilerledikçe dışardan çok çekici gelen bu dünyanın karanlık ve marazi yanları ortaya çıkmaya başlıyor. Mimosa, Wilma Montesi adlı figüranı çarkları arasında öğüten sistemin nasıl bir şey olduğunu gözlemliyor.
Öte yandan, Mimosa tahmin ettiğimizden biraz daha farklı bir serüven yaşıyor. Öncelikle duygularına gem vurmuyor, zayıf ve korkak davranmıyor. ‘Başka birisi’ gibi sunulmasına rağmen kendisi gibi olmaktan kaçınmıyor. Film ilerledikçe, Mimosa’nın beklemediğimiz kadar güçlü biri olduğu ortaya çıkıyor. Gerçeklerle yüzleşmekten korkmuyor, kurban ve mağdur psikolojisine girmiyor. Dahası her şeyin sonunda ruhunun özgürleştiğini hissediyoruz. Mimosa ile Cinecitta’da kafeste tutulan aslan arasında bir koşutluk kuruyor yönetmen Costanza.
Mimosa, bir geceliğine dahil olduğu jet sosyete dünyasının sadece karanlık ve marazi yanlarını değil; sahteliğini ve kofluğunu da keşfediyor. Büyük egolar altına gizlenen özgüvensizliği ve dışardan ışıl ışıl parlayan ‘tatlı hayat’ın özündeki boşlukla yüzleşiyor. Sözgelimi, Josephine’in setlerdeki karakterleri canlandırdıktan sonra özel hayatında ‘film yıldızı’nı oynadığını, hatta yalnız başına kalana kadar star karakterinden hiç çıkmadığını görüyor. Sürekli oynamakla geçen bir hayatın ne kadar yorucu ve tüketici olabileceğini anlıyor. Her şey bittiğinde emekçilerin sıradan dünyası ile Hollywood ünlülerinin ışıltılı dünyasını karşılaştırma şansına sahip Mimosa. Her iki dünyayı da deneyimlemiş birisi olarak hayatına artık farklı gözlerle bakacağını tahmin etmek zor değil.
‘Şafak Sökerken’in alt metnine baktığımızda, Mimosa ile Cinecitta’da esaret altında yaşayan aslanın ABD etkisindeki İtalya’nın ulusal benliğini temsil ettiğini söylemek mümkün. Başrollerinde Josephine Esperanto ve Joe Keery’nin oynadığı, Mimosa’nın figüranlık yaptığı Eski Mısır filmi, 1950’li yıllarda Hollywood’un Cinecitta’da çektiği gösterişli prodüksiyonların tipik bir örneği. Günümüzde ‘Hollywood on the Tiber’ olarak adlandırılan bir çağ bu… Amerikalı yapımcıların daha ucuz yapım koşulları nedeniyle Cinecitta’yı tercih ettiği bir dönemi ifade ediyor bu terim. İtalya için ekonomik açıdan olumlu ama kültürel açıdan sıkıntılı bir süreç... Çünkü Hollywood, o yıllarda tüm dünyada gücünü artıran Amerikan emperyalizmi ile kol kola ilerleyen kültürel yayılmacılığın baş aktörü konumunda…
Filmde adı pek söz edilmeyen İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımının bir ulusun savaş travmasından verdiği çıkış mücadelesinin yansımalarından biri olduğunu unutmamak gerek. İtalyan yönetmenler o yıllarda, Cinecitta’dan çıkıp sokaklara karışmış, Hollywood’u taklit eden tür filmlerini bir yana bırakıp gerçek hayatın nabzını tutmuşlardı. Dolayısıyla, iki kız kardeş, o sabah Cinecitta’dan içeri girdiklerinde gerçeklikten çıkıp Hollywood’un sahte hayal dünyasına adım atıyorlar aslında. Mimosa ile Iris’in annelerini ve Roma’nın temsil ettiği hakikat duygusunu geride bırakarak kendi hayatlarından çok uzak bir Eski Mısır fantezisinin içine dahil olmaları, dolaylı yoldan İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden kopuşları anlamına geliyor. Çünkü aynı zamanda kendi ulusal kültür ve sinema geleneklerinden kopuyorlar. O yüzden fantastik final sahnesinin, Cinecitta’dan uzakta Roma sokaklarında geçmesi anlamlı bir tercih…
Diyalogları ve oyuncuları öne çıkaran ağır tempolu bir akış tercih ediyor Saverio Costanza. Ana karakteri Mimosa gibi sakin ve gözlemci bir anlatım tarzı benimsiyor. Görünürdeki tek sorun, Costanza’nın filmini gereksiz yere uzatması… Birçok sahnenin neden o kadar uzayıp gittiğini anlamak açıkçası kolay değil. Mimosa’nın figüran olarak katıldığı Hollywood yapımının çekimleri sırasında Costanza’nın bize bir süre filmin gelecekteki montajlı halini seyrettirmesi fikrini de çok sevmedim. O set deneyimini Mimosa’nın gözlerinden bire bir yaşasaydık, sinema sanatının doğası üzerine daha anlamlı bir sahne olabilirdi.
‘Film içinde film’ sahneleriyle, sinema tarihine yaptığı göndermeler ve anlattığı dönemin kültürel iklimini yansıtmasıyla ‘Şafak Sökerken’, alt metinlerini zenginleştiriyor. Aynı zamanda hikâyenin merkezindeki 3 karakterini iyi geliştiriyor; psikolojik derinliğin ötesinde onları kendi çağlarını yansıtan kişilikler haline getirmeyi başarıyor. Rebecca Antonaci, Lily James ve Sean Lockwood, başarılı performanslarıyla üstlerine düşeni fazlasıyla yapıyorlar. Mimosa’yı canlandıran genç oyuncu Antonaci’nin çok sade, diğer ikisinin ise eski usul Hollywood oyuncuları gibi ‘fazla fazla’ oynaması, filmin artı puanlarından.
7/10