Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        ‘Sessiz Bir Yer’ (A Quite Place) serisinin özelliklerinden biri, her filmin farklı hikâye yapılarına sahip olması ve temalarını çeşitlendirmesi… İlk film, Yeryüzü’nü istila eden yaratıklar ile şehir dışındaki çiftlikte hayatını sürdürmeye çalışan ailenin öyküsünü anlatırken dünyanın geri kalanında olup bitenlere hiç girmiyordu. İkinci filmde hikâyenin çerçevesi genişliyor; aynı ailenin farklı hedeflere sahip bireylerinin serüvenleri paralel kurguyla karşımıza geliyordu.

        İstilanın ilk günlerinde New York’ta geçen üçüncü film ‘Sessiz Bir Yer: Birinci Gün’ (A Quiet Place: Day One) ise yeni karakterlere odaklanıyor; farklı temalara yelken açıyor. Asıl önemlisi, janr olarak baktığımızda, öncekilere oranla kıyamet filmi özelliklerinin biraz daha öne çıktığını görüyoruz.

        Her şeyden önce büyük şehirde geçen bir kıyamet filmi seyrediyoruz. Yönetmen Michael Sarnoski, insan yiyen uzaylı yaratıkların istilası altındaki New York imgeleri üzerine kuruyor filmini. Özellikle Manhattan adası, semtleri, köprüleri ve limanıyla filmin görsel yapısının önemli bir parçası.

        Sarnoski, New York’un istila edilişini Samira’nın (Lupita Nyong’o) bakış açısından gösteriyor. Şehirdeki gerginliği ondan biraz daha önce fark etmemizi sağlıyor. Kamera ona odaklansa da Samira çevresinde olup bitenlerle ilgilenmiyor. Ta ki gündüz vakti gökyüzünden yağan ışıkları görene kadar... New York halkının film boyunca kalabalıklar halinde öne çıktığını söylemek gerek. Caddeler dışında, özellikle tiyatro ve kilise gibi insanların bir araya geldiği mekânlar dikkat çekiyor. İlk iki filmdeki aile, kalabalıklardan uzak durarak ayakta kalmaya çalışırken burada insanlar, tam aksine sorunları yan yana gelerek aşmayı hedefliyorlar.

        İstilanın ilk anlarında yaşananlar itibarıyla Steven Spielberg’in ‘Dünyalar Savaşı’(War of the Worlds - 2005) hatırlamak mümkün. Kaldığı bakımevine dönmek üzere otobüse binen Samira bir anda kargaşa ve panik ortamının içinde buluyor kendini. Manhattan sokakları saniyeler içinde can pazarına dönüşüyor. Kuşkusuz, aklımızın bir köşesine ‘Dünyalar Savaşı’na da esin veren 11 Eylül terör saldırısı geliyor.

        Canavar filmi olarak baktığımda, serinin önceki örneklerinden daha farklı yeni bir konsept geliştirildiğini söylemem zor. İlk iki filmde olduğu gibi sese duyarlı canavarların, sessiz ve hareketsiz duran insanları aradıkları sahnelerdeki gerilim yine iyi işliyor.

        Üçüncü filmin farklı yanı, istilanın ilk anlarında yaşananların anlatımında ortaya çıkıyor. Tozun, dumanın arasında uzun süre canavarları seçemiyoruz. Canavarları önce hissediyor, sonra parça parça görüyoruz. Bütün olarak karşımıza çıkmaları, zaman alıyor. Sonlara doğru ise canavarları, birçok sahnede kalabalıklar halinde avlarının peşinde koştururken seyrediyoruz.

        Samira ile Eric’in (Joseph Quinn), kitapçının önünde sakince zaman geçirirken bir anda kendilerini yaratıklardan kaçarken bulmaları, akılda kalıcı sahnelerden biri. Kalabalıkların caddelerde sessizce yürümesiyle başlayan sahneyi unutmamak gerek. Film ilerledikçe canavarlarla karakterler arasında New York sokaklarında geçen kovalamacaları büyük ölçekli genel planlarda gördüğümüz çekimler dikkat çekiyor.

        Uzaylı istilasını, canavarları ve kıyameti konu alan bir film olarak, ‘Sessiz Bir Yer: Birinci Gün’ özel efektleri, anlatımı, aksiyon ve gerilim duygusuyla seyircinin beklentilerini karşılıyor. Peki, hikâyesi, karakterleri ve alt metinlerine baktığımızda neler görüyoruz? Önceki iki film, en kötü koşullarda dahi ailenin yıkılmaması gerektiği fikri üzerinden şekilleniyordu. Üçüncü film ise yardımlaşma, dayanışma ve insani değerlerin ayakta kalmasını ele alıyor.

        Hayatta kalma mücadelesi, kuşkusuz serinin değişmez teması. Ama bu kez değişik bir yaklaşım var. Ana karakter Samira’nın fazla ömrü kalmamış bir kanser hastası olması, hikâyeye farklı bir hava getiriyor. Samira, yapılan duyurulara uyup işgal altındaki Manhattan adasından bir an önce ayrılmak yerine, kedisi Frodo ile birlikte hedefinin peşinden gitmeyi tercih ediyor. Hedefi ise Harlem semtine gidip orada pizza yemek… Yaratıklar şehri işgal etmeden hemen önce yemeyi planladığı o pizzadan kesinlikle vazgeçmiyor. Gerektiğinde başkalarına yardım etmekten kaçınmıyor ama yoluna yalnız başına devam etmeyi tercih ediyor. Kendisini görür görmez bir çeşit bağlanma psikolojisi yaşayan ve onun yanından ayrılamayan İngiliz hukuk öğrencisi Eric ile yaşadığı arkadaşlık, Samira için farklı bir deneyime dönüşüyor. Yardımlaşma, dayanışma ve arkadaşlığın değerini daha iyi anlıyor. Filmin hemen başındaki sahnede Samira’nın bakımevinde hastabakıcı Reuben’in (Alex Wolff) önerdiği gibi şiir okumak yerine grup terapi ortamıyla dalga geçtiğini düşündüğümüzde, yaşadığı değişim daha belirgin hale geliyor. Her şeyden önce paylaşmanın değerini anlıyor Samira. Kuşkusuz, Eric’in okuduğu şiir de önemli. Samira, istila sırasında sinizm ve karamsarlığın bittiği noktayı görüyor; hayatın her koşulda değerli olduğunu keşfediyor. Yaratıklardan kurtulursa önünde uzun bir hayat duran Eric’in korkusunu yenmesinde, adeta yeniden doğmasında ona yardımcı oluyor. Eric’i ilk gördüğümüzde, metro istasyonuna inen merdivenlere kadar gelen sudan çıkması, nerdeyse bir yeniden doğumu andırıyor. Eric için su, finalde de hayatta kalma anlamına geliyor.

        Hikâyesini John Krasinski ile Michael Sarnoski’nin yazdığı ‘Sessiz Bir Yer: Birinci Gün’, alt metinleri itibarıyla ortak düşman karşısında ırkların, etnik kökenlerin hiçbir önemi kalmadığının altını çiziyor. İkinci filmden tanıdığımız, Djimon Hounsou’nun canlandırdığı aile babası Henri’nin yan hikâyesi de kayda değer. İlk kez tiyatrodaki kukla şovunda ailesiyle birlikte gördüğümüz Henri, kısa süre almasına rağmen hikâyeye damgasını vuran bir karakter. ‘Hayatta kalma mücadelesinde insanın önceliği ne olur?’ sorusunun yanıtına verdiği refleksif yanıt akılda kalıcı.

        Michael Sarnoski’nin 2021’de yazıp yönettiği düşük bütçeli bağımsız yapım ‘Pig’i beğenmiştim. Sarnoski’nin ikinci filminde büyük bütçeli bir Hollywood yapımına imza atması çok şaşırtıcı değil; çünkü Türkiye’deki sistemin aksine Hollywood’un bir gözü her zaman bağımsız sinemadadır. Sarnoski’nin ‘Sessiz Bir Yer: Birinci Gün’e elinden gelen artistik katkıyı verdiği kesin. Ne var ki, sağlam ve etkileyici karakter çalışması içeren ‘Pig’den sonra Sarnoski’den daha iyi bir şey beklediğimi inkâr edemem. Yine de ‘Sessiz Bir Yer: Birinci Gün’ün hikayesinin kapsadığı farklı alt türlerin hakkını veren, iyi oynanmış, iyi yönetilmiş bir film olduğunu düşünüyorum.

        6.5/10