‘Bad Boys Ya Hep Ya Hiç’ (Bad Boys Ride or Die) 1995 yılında başlayan serinin dördüncü filmi… Chris Rock’ı tokatladığı Oscar ödül töreninden sonra Will Smith’in seyirci karşısına çıktığı ilk film olma özelliğini de taşıyor ayrıca. Dolayısıyla, Will Smith’in kariyeri açısından olumlu veya olumsuz anlamda dönüm noktası olacağı belli.
‘Bad Boys Ya Hep Ya Hiç’in, artistik nitelik olarak serinin genel seviyesinin üstünde veya altında olduğunu söyleyemem. Chris Bremner ve Will Beall imzalı senaryo, kalite açısından ‘Bad Boys’ standartlarını tutturmakta zorlanmıyor. Ama söz konusu standartların çok yüksek olmadığını not etmek gerek.
‘Bad Boys formülünü kendi adıma şöyle özetleyebilirim: 1980’lerden kalma ‘zıt polis ikilisi’ üzerinden işleyen mizah, süper kahraman filmlerinden önceki aksiyon sinemasıyla buluşur. İyilerle kötülerin birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığı bir dünya bekler bizi. Aksiyon elbette gösterişli ve şıktır. Sürprizler içeren senaryo merak unsurunu sonuna kadar ayakta tutar ama işin püf noktası, iki ana karakter ve mizah duygusunun, aksiyon ile hikâye örgüsünden daha önemli olmasıdır.
2020’de gösterime giren ‘Bad Boys Her Zaman Çılgın’ (Bad Boys for Life) da aynı formüle bire bir sadık kalıyordu. Ama 2003 tarihli ikinci filmden sonra geçip giden yılları; diğer bir deyişle, iki karakterin ‘yaş alma süreci’ni hikâyenin içine gayet iyi monte ediyordu. Marcus Miles Burnett’in (Martin Lawrence) konformist hayat tarzını kabullenmesi ile Mike Lowrey’nin (Will Smith) yaşlanmayı reddederek aksiyon adamı olma ısrarı, aralarındaki çatışmayı derinleştiriyor, mizah duygusunu ayakta tutuyordu.
Yeni filme baktığımızda, Marcus ve Mike arasında yine zıtlaşmalar, atışmalar, ufak tefek anlaşmazlıklar var kuşkusuz; ama hikâyenin omurgasını sağlamlaştıran kayda değer bir çelişki yok ne yazık ki… Bunun yerine, aynı hedefler peşinde koşarken ikisinin de çok farklı ruh halleri içinde olduklarını gözlemliyoruz.
Filmin ilk bölümünde ölümden dönen Marcus, gördüğü rüyanın ardından uyanıp kalktığında, kendini her tür tehlikeye karşı güvende hissediyor; risk almaktan hiç kaçınmıyor. Dahası, Mike ile önceki hayatlarında ruh ikizi olmak gibi uçuk kaçık metafizik konulardan söz ediyor sürekli. Mike ise daha önce hiç başına gelmeyen panik ataklar yaşıyor. Bu iki farklı ruh hali, üçüncü filmdeki gibi verimli çatışmalara vesile olamıyor ne yazık ki. Yazarlar farklı ruh hallerini mizaha çeviriyor ama ‘eşek ve sahibi’ öyküsü dışında açıkçası çok eğlenceli olamıyorlar. Birçok sahnede Martin Lawrence, komedyen olarak öne çıkıyor; uzun monologlara girerek şov yapıyor ama tempoyu da düşürüyor. Ayrıca aralarındaki etkileşim pek iyi çalışmıyor. Özetle, yazarların karakter çalışması, önceki filmin gerisinde kalıyor.
Filmin ilk bölümünde, Christine (Melanie Liburd) ile evlenen Mike, evlilik hayatına adapte olma sorunlarından ziyade panik ataklardan kaynaklanan özgüvensizliği aşmaya çalışıyor. Hikâyede kilit bir noktaya yerleştirilen oğlu Armando (Jacob Scipio) ile olan ilişkisi üzerinden içten içe yaşadığı suçluluk duygusunu da unutmamak gerek. Marcus, ölüp dirilmenin heyecanlı coşkusunu yaşarken Mike zor sorunlarla cebelleşiyor. Sorunları belki hiç benzemiyor ama tokat krizinden çıkmakta zorlanan Will Smith ile canlandırdığı Mike karakteri arasında belirli bir paralellikten söz edilebilir.
Filme gidenler finalde Mike’ın sorunlarını çözüp çözemediğini görecekler. Buna karşılık, ‘Bad Boys Ya Hep Ya Hiç’in Will Smith’in tüm sorunlarını hemen çözeceğini pek sanmıyorum. Filmde oynaması, sinema endüstrisinin onu kabullendiği, onayladığı anlamına gelmiyor; çünkü yapımcılardan biri olarak karar vericiler arasında yer alıyor. Öte yandan, gişelerde başarılı olması, kuşkusuz ona güven verecek, star ve yapımcı olarak yeni projelere girme cesaretini artıracaktır.
Tam da burada, serinin önceki filmlerinin, öykülerin tüm vasatlığına karşın her seferinde şapkadan tavşan çıkardığını; yani, gişelerde başarılı olduğunu unutmamak gerek. ‘Bad Boys Ya Hep Ya Hiç’, eski usul aksiyon seven seyircileri cezbedebilecek bir film. Bayrağı ilk iki filmin yönetmeni Michael Bay’den devralan Adil & Bilall, ‘Bad Boys for Life’ı 2000’li yılların aksiyon sinemasından ziyade 90’lar kafasıyla çekmişlerdi. Burada da aynı yaklaşımın izlerini sürebiliyoruz. Genel olarak video oyun estetiğinden esinlendikleri de kesin. Özellikle bir çatışma sahnesinin aynı video oyunu tarzında hareketli öznel kamerayla çekildiğini söyleyelim.
Gerçi finale doğru gerçekleşen baskın, çatışma, gerilim hariç aklımda çok fazla sahne kaldığını söyleyemem ama aksiyon dozajının türün hayranlarını hoşnut edebilecek seviyede olduğunu düşünüyorum. Buna, süper kahraman filmlerinin eskisi kadar ilgi çekmediğini, belirli bir seyirci kitlesinin hâlâ eski usul aksiyonları tercih ettiğini de eklediğimizde ‘Bad Boys Ya Hep Ya Hiç’in gişelerde başarılı olma ihtimalinin azımsanamayacağını düşünebiliriz. İşte tam da bu yüzden, gişelerde başarısız olması halinde faturanın Will Smith’e kesileceği aşikâr.
1970’ler ve 1980’ler sinemasının tam aksine, ‘siyahlar iyi, beyazlar kötü’ şeklinde özetlenebilecek bir rol dağılımı var filmde. Filmin kötü adamı James McGrath’in (Eric Dane) çok düz ve renksiz bir karakter olarak yazıldığı söylenebilir. Polisiye entrikası sürükleyici olsa bile hikâyenin altının boş olduğunu düşünüyorum. Senaryo yazarlarının da galiba öyle bir iddiası yok. Aslına bakarsanız, son 10-15 yılın anaakım aksiyon sinemasında senaryoların kalitesinin daha ciddiye alındığını görüyoruz. Bazı yönetmenlerin, ellerine düşen aksiyon senaryolarını, olgunlaşmaları ve derinleşmeleri için bazen defalarca yeniden yazdırdığını biliyoruz. Burada öyle bir özen gösterildiyse bile perdedeki sonuca yansımadığı kesin. Mesela sürprizler dahil finalde olabilecek her şeyi aşağı yukarı tahmin edebiliyoruz. Yapımcıların bu noktada serinin önceki filmlerinin gişe hasılatlarına bakarak aynı yolu izlemeyi tercih ettikleri, yani öyküyü çok ciddiye almadıkları, ‘Bad Boys’ adının vadettiklerine ve starlarına fazlasıyla güvendikleri öne sürülebilir. Dolayısıyla, yapım olarak iddialı ve parlak ama hikâye olarak vasat bir iş var ortada.
5/10