“Tanımlamak, sınırlamaktır” diyor Oscar Wilde “Dorian Gray’in Portresi”nde… Tam da bu yüzden, 118 dakika boyunca 26 farklı karakteri canlandıran, sahnede bir an bile durmayan, susmayan Sarah Snook’un Wilde’ın bu tek romanından, Sydney Theatre Company’den Kip Williams tarafından, aynı adla sahneye uyarlanan oyundaki performansını ‘tanımlamaya’ çalışmayacağım… 130 yıl önce Oscar Wilde’ın kendisinin de oturup oyunlar izlediği Royal Haymarket Tiyatrosu’nun dolduran yüzlerce seyircinin de tüm ‘tanımlamaları’ bir kenara bırakıp sahnede izledikleri performansı, ağızları bir karış açık, ayakta alkışladığına eminim.
Snook'un performansı tüm sınırları aşan bir performanstı çünkü!
‘Succession’ dizisindeki Shiv Roy rolüyle tanıdığımız Sarah Snook oyun boyunca bir Dorian oluyor bir ressam Basil, Lord Henry’yken göz açıp kapayıncaya kadar Sybil’e dönüşüveriyor sahnede, herkesin gözünün önünde… Ve tüm bunlar etrafında dönüp duran kameramanlar tarafından görüntülenip sahnenin tepesine yerleştirilen dev ekranlara yansıtılıyor. Öyle bir koreografi ki bu Snook bir an duraksasa, bir salise gözü ters tarafa baksa oyunun tüm akıcılığı yerle bir olacak gibi… Ama 118 dakika boyunca tek bir enstrümanın bile yanlış notayı çalmadığı muhteşem bir orkestra gibi hareket ediyorlar. Sahnedeki Dorian bazen söz sırasının hangisinde olduğu üzerine dev ekrandaki Dorian ile tartışıyor. Bazen büyülenmiş seyirciye dönüp “Bu gerçek değil!” diyerek bir tokat atıyor. Seyirci daha ne olduğunu anlamadan yeniden ellerinden tutup sahne üstünden sahneni altına götürüyor onları. Kendisi sahnede konukları dev ekranda uzun bir masanın etrafında oturup sohbet ediyorlar seyircilerin şaşkın bakışları altında. Snook bir elinde akıllı telefon, güzellik uygulamalarıyla Dorian’ın ‘güzelliğini’ bozup onu şekilden şekle sokarken seyirciyle bir selfie çekmeyi de ihmal etmiyor. Dorian’ın parçalanmış benlikleri ekranlarda resmi geçit yapıyor.
The Guardian’da oyunla ilgili çıkan yazıda ‘manyakça’ ifadesi dikkatimi çekti ama gerçekten de izlediğim ‘şey’ manyakçaydı!
Çoğunlukla erkek karakterlerden oluşan bir oyundan uyarlanan bu ‘manyakça’ gösterinin yıldızı Sarah Snook oyunu izlediğimizin ertesi günü ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalında İngiltere’nin en prestijli tiyatro ödülü Oliver’la kameralara poz veriyordu.
Snook sonuna kadar hak ediyor bu ödülü… Ancak The New Statesman’den Pippa Bailey itirazına denk geldim geçenlerde.
SAHNEDEKİ EKRANLAR TİYATRONUN RUHUNA İHANET Mİ?
Bu sezon izlediğim ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’, ‘Titius Kompleks’, ‘Hücreler’ oyunlarında da sahnenin üstünde dev ekranlar vardı. ‘Hücreler’deki ekran kullanımının ‘Dorian Gray’dakiyle pek alakası yok. Serkan Keskin’in resmen döktürdüğü Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki ekran kullanım benzerlikler taşıyor (özellikle pinpon sahnesi) ancak oradaki görüntüler de anlık değil daha önceden çekilmişti. DasDas’ın ‘Titus Kompleks’inde ise sahnede oyuncuları arasında dolaşan kameralar Dorian’dakine benziyordu ama orada da oyuncuların ekranlarla ilişkisi yoktu!
Dorian Gray’in Portresi’nin büyüleyiciliğinde Sarah Snook’un performansı kadar sahnedeki kameraların ve dev ekranların da payı var. Hatta bu teknik cambazlığın bazı yönlerden Snook’un performansını yukarıya çektiği bile söylenebilir.
Pippa Bailey tam da bu noktaya takılmış: “Snook, giderek artan sayıda ekranda farklı karakterler olarak kendisinin önceden kaydedilmiş görüntüleriyle etkileşime giriyor -altı misafiriyle birlikte bir akşam yemeği partisine ev sahipliği yapıyor-. Teknik olarak başarılı ve tek bir aksaklığın bile yaşanmaması dikkat çekici. Ancak çoğu zaman, kendinizi sahnedeki değil de ekrandaki oyuncuyu izlerken buluyorsunuz. Kip Williams'ın uyarlaması Snook'un seyirciyle değil de kamerayla olan ilişkisi üzerine odaklanıyor.
Bu tek kişilik bir oyun olabilir ama Snook sahnede yalnız değil. Bir grup ekip üyesi, siyahlar içinde giyinmiş halde, her zaman onun yanında. Kameraları kusursuz bir şekilde kullanıyor, sahneyi yeniden düzenliyor, kostüm değişikliklerinde ona yardımcı oluyor ve ona eşyalar veriyor. Ekip üyelerinin rolü o kadar önemli ki, alkış zamanı geldiğinde, bir oyuncu kadrosu gibi birlikte sıraya girip selam veriyorlar.”
SHAKESPEARE YAŞASAYDI O DA SAHNEDE KAMERA KULLANIRDI
Tiyatro sahnesindeki bu tür 'teknik sihirbazlıklar' hikayeyi zenginleştiriyor mu yoksa gölgede mi bırakıyor konusunda bir tartışma var. Bailey gibi düşünenler dev ekranlar yüzünden birçok seyircinin hikayenin (oyunun) içine giremediğini tiyatro sahnesinde etten kemikten insanlar yerine dijital yüzlere bakmak zorunda kaldığından şikayetçi...
Günlerdir Dorian Gray'in Portresi oyununu yeniden düşünüyorum. Sahnedeki kameramanların, ekranların seyirci olarak benim yaşadığım ‘harika bir oyun izlemiş olmak’ duygusuna negatif bir etkisi oldu mu diye kendime soruyorum. Sahnedeki oyuncuya değil de ekrana baktığım anlar nedeniyle oyunun içine giremedim mi? Doğrusu her seferinde bu sorulara cevabım aynı oluyor: “Kesinlikle hayır!”
Pippa Bailey’e katıldığım nokta evet zaman zaman sahnedeki oyuncudan ekrandaki oyuncuya gözüm kaydı ancak şimdi düşündüğümde ekranları, kameramanları değil tüm bir oyunu görüyorum. Sarah Snook'un muzip, coşkulu, küstah, çaresiz, hırslı, zavallı tüm o halleri geçiyor gözümün önünden.
Bu konuyu sorduğum bir tiyatrocu arkadaşım sahnedeki kameraların, ekranların tiyatronun ruhuna aykırı olduğu düşüncesiyle ilgili, “Saçmalık! Shakespeare yaşasa o da oyunlarında kameraları ekranları kullanırdı...” deyip omuzunu silkti!
HER ŞEY 'BÜTÇE'YLE ALAKALI DEĞİL
Bu sezon birbirinden başarılı tek kişilik oyunlar izledim. Nezaket Erden’in simsiyah bir perdenin önünde, yanında küçük bir saksıyla yaklaşık 90 dakika boyunca tüm salonu avucunun içine aldığı ‘Sevgili Arsız Ölüm-Dirmit’i, Zerrin Tekindor’un, bir taburenin üzerinde oturup seyirciyi zihninin kıvrımlarında dolaştırdığı ‘Toz’u, Serkan Keskin’in bu karakterleri ‘başkası oynayamazdı’ dedirttiği 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ performansları tüm övgüleri hak ediyor. Ancak tüm o 'teknik cambazlıklar' bir yana Sarah Snook’un sahnede ulaştığı oyunculuk seviyesi bambaşka bir nokta doğrusu...
Konu buraya geldiğinde tiyatrocu arkadaşım “Ama bütçe...” diye söze girdi. Bu noktada da ben sözünü kestim! Futbolda da böyle kendi ligimizde fırtınalar estiren takımlar Avrupa'ya çıkıp 'beğenmediğimiz, sıradan' takımlara elendiğinde 'bütçe'ler falan bahane olarak önümüze sürülüyor.
Sahnedeki kameraların, ekranların kalitesinden, sayılarından, kostümlere harcanan paralardan bahsetmiyorum ki ben... Wilde’ın dediği gibi “Bugünlerde insanlar her şeyin fiyatını biliyor ama değerini bilmiyorlar...”
Sahnede tek başına bir karakteri canlandıran oyuncunun yeteneğinin parayla ne ilgisi var ki!