X

Günün gelişmelerini anlık takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

Takipte Kalın

KÜRŞAD OĞUZ - HT PAZAR

 

Televizyonlarda 100’e yakın dizi var, günde ortalama iki saatten fazla dizi izliyoruz, binlerce kişi bu dizilere emek veriyor ve dizi bütçeleri yüz milyon dolarlarla ölçülüyor. Peki dizi eleştirmenimiz kaç tane? Tek-tük. İşte onlardan biri aslında sosyal antropolog olan Prof. Dr. Tayfun Atay. Kendisi haftada dört gün Radikal’deki Turnusol Kâğıdı isimli köşesinde çoğu dizilerle ilgili olmak üzere medya ve televizyon üzerine yazıyor. Ankara’da, AK Parti Kongresi sonrasında buluştuk ve yeni dönem dizilerini konuştuk. Gördük ki, Kongre’deki kadar siyaset var bu alanda da…

Bir itirafla başlayım, ben pek dizi izlemem…

Hahaha, ben de hep belgesel, hep belgesel!..

Bu ‘sevda’ nereden çıktı?

2000’lerin başından beri popüler kültür ve medya-kültür ilişkisi yan çalışma alanı benim için. Diziler de şu an Türkiye’de televizyon endüstrisinin can damarı.

Sayıları da artıyor. Hayattan kopmanın bir parçası mı bu? Bağımlılığa yatkın insanlar mı dizi seyrediyor?

Sözlü kültürde masal, hikâye, efsane; yazılı kültürde roman ne ise bugünün görsel kültür dünyasında da sinema, ileri aşamasında da diziler odur. İnsanlar renksiz, hareketsiz hayatlarını böyle bir hayal âleminde kaybolarak geçici de olsa canlı hale getiriyorlar.

Yani bu kadar dizi izlenmesi hastalıklı bir durum değil hatta tedavi edici yanı da var…

Öyle. Kurgu ve hayal ihtiyacı, insanlığın en eski zamanlarından beri var. Hayatın içinde, tarihimizde ne olup bitiyorsa onları aksettiren bir yanı var dizilerin. En önemlisi, dizi film senaryoya dayanır. Ve senaryo, edebiyattır.

 

“HER DİZİNİN SONU BİRAZ DA ÖLÜM DEMEK”

Hep kendimize bakıyoruz ama aslında dış dünyada da dizilere ilgi farklı değil herhalde.

Çok daha güçlü. Amerikan dizileri neredeyse sinema endüstrisini katlayan bir sektör haline geldi. Ben yavaş yavaş sinemanın geri plana çekildiğini hissediyorum. Diziler daha etkin şekilde öne çıkmış durumda. Ve çok yaygınlaştığını, pek çok ciddi konunun dizilerde ele alındığını görüyoruz. Bu açıdan muhafazakâr ve konformist yönü olan diziler de çok var, ama son derece radikal, aykırı, protest içerikli diziler de var.

Buraya kadar iki sonuç çıkardım: Bir, biz hayatı artık daha çok diziler üzerinden konuşuyoruz. İkincisi, mesela Behzat Ç’nin dizisinin seyredildiği kadar filmi seyredilmedi…

Aynısı Kurtlar Vadisi için de geçerli.

Belki de bize hayatın sürekliliğini gösterdiği için bu diziler bu kadar ilgi görüyor. Hayat devam ediyor, onlar da devam ediyor, biz de seyretmeye devam ediyoruz.

Güzel bir noktaya geldin. Bir dizinin sonu biraz da ölüm demek. Hüzün yaratıyor sevenlerinde.

Protestolar başlıyor bir dizi bitince.

Doğru. Çok sevilen bir dizi çok uzadığı zaman şikayetler de oluyor, ama bitince de bir boşluk, bir hüzün kendini gösteriyor. Şunu unutmayalım, dizi kahramanlarıyla özdeşim de kuruyor seyirci. Kurtlar Vadisi’ndeki kahraman öldüğü zaman, ki aslında bir tür anti-kahraman, mafya babası Çakır (Oktay Kaynarca), insanlar cenaze namazına durdu.

“TÜRKİYE’Yİ DİZİLERDEN ANLAYACAKLAR”

Çocukluğumda Brezilya dizileri vardı. Hatta 90’ların ortasına kadar neredeyse Türk dizisi yoktu. Türk dizilerinin çıkması ve bu kadar seyredilmesinin de bir önemi olmalı.

Olgunlaşmayla ilgisi var.

Ya da biraz da Batılılaşma’yla mı ilgili? Çünkü başlangıçta oradan kopya edilmiş dizilerimiz oldu.

Batılılaşma’dan ziyade çok daha güncel bir tabir olan ‘küyerelleşme’ diyelim. Yani küreselle yerelin buluşmasının sonucu bir durum olarak da düşünelim dizilerin yerlileşmesini. Ama en önce Amerikan dizileri vardı. Küçük Ev, Kökler, Zengin ve Yoksul, ve tabii Dallas. Dallas türevi Şahin Tepesi, Hanedan... Sonra Brezilya dizileri. Böyle başladı süreç. Tek kanal olduğu zamanlar yerli dizi film denemeleri oldu tabii ama gerek teknik gerek içerik olarak çok amatör ve emekleme aşamasında olan ürünlerdi bunlar.

Bay Alkolü Takdimimdir, Kartallar Yüksek Uçar…

Onların da değerli yanı var ama. Kartallar Yüksek Uçar, Yarın Artık Bugündür, Sekiz Sütuna Manşet, bunlar Attila İlhan’ın unutulmaz çalışmalarıdır. Onun öncesi de var. Burada isim vermek doğru olmaz tabii, ama ilk başlangıçta ortaya çıkan dizilerimiz tabii ki Amerikan dizileriyle karşılaştırıldığında senaryo, akış, tempo ve teknik kullanım olarak çok zayıftı. O yüzden Amerikan dizilerine meyletti izleyici kitlesi. Sonra hem televizyon renklendi, bununla birlikte Brezilya dizileri başladı. Çok kanallı dönemde de başta Brezilya dizilerinin etkisi sürdü. Fakat ondan sonra hem Türkiye’de sektörde bir hareketlilik başladı hem de seyirci sanıyorum o hep aynı, klişe Brezilya dizilerinden bıktı. Ona bağlı olarak bizim hikâyelerimiz, bizim hayatımızda olup bitenlere odaklı olarak sektör genişlemeye başladı. Tematik çeşitlilik ortaya çıktı. Tarihe ve bugüne, bugünün içinde belli yaşam biçimlerine, Türkiye’nin farklı alt kültürlerine yönelik, Güneydoğu dizileri, Karadeniz, Ege, sahil kasabaları, Rumeli dizilerinin karşımıza çıktığını görüyoruz. Birtakım aykırı alanlara, kimliklere yönelik denemeler başladı.

Ve sonuçta bütününe baktığınızda Türkiye’yi anlatan bir yapı ortaya çıktı.

Öyle. Bin yıl sonra bu diziler üzerinden Türkiye’nin şimdiki on yıllarındaki akış, dönüşüm, gerilim, çatışma ve bütün bunların tezahürlerini, izdüşümlerini bulabilecekler. Hemen bir güncel örnek verelim. Bir yıldır neyi tartışıyoruz? Niçin dizilerde tesettürlü kadın temsili yok?

Artık var.

Evet şimdi var. Bunu Türkiye’deki sosyopolitik dönüşümün -ki onun altyapısında da çok ciddi bir ekonomik dönüşüm var- sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Yani Türkiye’de Müslüman burjuvazinin güçlenmesi, giderek daha etkili hale gelmesi politikayı değiştirdiği gibi kültürel alanda da etkisini gösteriyor, değişimlere yol açıyor ve işte tesettürlü kadın kimliğinin de dizilerde işlendiğini, seyirciye sunulduğunu görüyoruz.

Aslında geç bile kalınmadı mı?

Kültürel saat yavaş işler. Yalnız bir şeyi unutmamak gerek, dindar muhafazakâr kanallarda bu, önceki yıllarda da vardı. Önemli olan ‘ana-akım’ kanallar içerisinde yer alması. Artık yer aldığını görüyoruz ama ilginç ve belki de olumlu bir nokta, sentezlenme halinde olduğunu görüyoruz bunun. Yani rekabet ya da çatışmacı biçimde değil, farklı yaşam biçimlerinin bir şekilde kaynaştırılması hedefli olarak...

 

“HUZUR SOKAĞI BUGÜN İÇİN ABSÜRD”

Yani başörtülü kadının yer aldığı en fazla üç, dört dizi olur, daha fazla olmaz demek mi bu?

Hayır bence daha da derinlere gidilecek, ayrıntılara inilecek. Daha gerçekçi ve eleştirel kurgular izleyeceğiz. Huzur Sokağı üzerinden konuşacak olursak mesela, dindarlığın, İslamcı hareketin de değiştiği Türkiye’de Huzur Sokağı aslında demode kaldı. 77’de yazılmış bir kitap ve o dönemin Türkiye’sinde önemli, hayata değen etkiye sahipti. 80’lerin dünyasında, siyasal İslam’ın yükselişte olduğu dönemlerde onun üzerinden bir edebiyat akımı da oluştu. Hidayet romanları. Ama bugün, radikal siyasal İslam’dan uzaklaşılmış, liberal kapitalist İslam bünyesinde oradaki mesaj aslında çok absürd kalıyor. Türkiye’de Müslümanların bugünkü yaşamına baktığınızda çok da gerçeği yansıtmayan yanları var.

Yani aslında bugünün dizisi başörtülü cipli bir kadının oynadığı olmalı.

Evet. Ya da İslami kesimin kendi içinde kadının özgürlüğüne ilişkin tartışmaların ele alındığı bir dizi. Yani Müslüman kadın İslam’a hizmet etmenin ötesinde evde mi olacak, işte mi? Bugün bir Müslüman feminist hareket var. İslami kesimin kendi içerisinde sözkonusu olan kadın-erkek ilişkileri, çatışmaları, yine İslami kesimin laik kesimle diyalogları, ilişkileri, bunların çok daha geliştiğini görüyoruz. Bunların ele alınacağı bir dizi olmalı.

Yani İhsan Eliaçık’ın beğeneceği bir dizi olmalı!

Tabii, hayatımızı karşılayacak diziler olması lazım. Bir örnek vereyim. 2005-2006’da Cüneyt Ülsever’in senaryosunu yazdığı bir dizi vardı, Hacı. O dizi çok haksızlığa uğradı. Çünkü Türkiye’de askeri vesayetin hâlâ etkisinin güçlü olduğu bir dönemde bize Kayseri’de zenginleşmiş, burjuvalaşmış ama aynı zamanda içerisinde modern görünümlü bir gelinin,  ODTÜ’de okuyan başörtülü bir kızın, bir de radikal İslamcı erkek evladın bulunduğu bir Müslüman aileyi anlatıyordu. Bütün bunlar üzerinden ve çok ilginç bir şekilde de ODTÜ’deki solcu bir gençle bu tesettürlü kızın giderek yakınlaşan, duygusal mecraya akan hikâyesini veriyordu. Tabii tek yanlı bir hidayete doğru değil, karşılıklı anlayış, farklılıklarla bir arada olmaya, hatta âşık olmaya doğru cesaretle akan bir hikâyeydi bu. Ne yazık ki o dönemin Türkiye’sinde dizi tutmadı. Aslında o dizi Türkiye’nin bugün yaşanan gerçekliğine daha uygundu. Fakat henüz politik zemin böyle bir diziyi taşımaya hazır değildi. Yani bir taraftan ulusalcı, Kemalist kesimlerin AK Parti iktidarının giderek oturmasından, süreklilik kazanmasından, istikrarından duyduğu kaygılarla ciddi sosyal hareketlilik içinde olduğu bir dönemdi. Evet, askerin hâlâ Türkiye’de siyasi akışta etkili olduğu bir dönemdi ve dizi seyirciye o konjonktürde biraz ağır ve ürkütücü geldi. Belki politik zorlama da olmuştur, onu bilemiyorum, ama Hacı yayında kalamadı. İlginçtir ki bugün, onun çok gerisindeki Huzur Sokağı’nı izliyoruz.

Acaba siyasi bir mesele miydi yoksa toplum da izlemediği için mi kaldırıldı?

O dönemde ana akım medya, ana kanallar hepsi AK Parti iktidarına karşı bir tutum içindeydi. Rahatsızdı ve ‘Ne zaman gider bunlar’ diye bakılıyordu…

Zaten 2007’de e-muhtıra oldu.

Tabii. Bu süreci düşünelim. 2007’den sonra AK Parti’nin çok daha etkin hale geldiğini, bir perspektiften söylemek gerekirse, hegemonik parti olduğunu görüyoruz. Bunun sonucu olarak, sen de biliyorsun medyadaki ana kanallarımız o dönemde nasıldı, şimdi nasıl? Bir kısmı pasifize olmuş, bir kısmı da zaten İslami sermayenin içine girmiş durumda. O dönemde böyle değildi ve o dizi, o dönemde sanıyorum devletin askeri inisiyatifinden gelen homurdanmalarla gitti.

 

“TELEVİZÜEL MAHALLE BASKISI VAR”

Bugün de böyle bir mesele yok mu? Bir Kadın Bir Erkek’in senaryosu değişti. Behzat Ç ile kadın savcı evlendirildi…

Evet, şimdi de askeri değil, dini vesayetin basıncını hissediyor diziler. Tabii siyasal ve toplumsal planda muhafazakârlığın çok öne çıktığı bir dönemindeyiz. Yani televizüel ortamda da mahalle baskısı var.

İşte bu baskı toplumsal mı, siyasal mı?
İktidar 2007’den sonraki süreçte bu yönde daha baskıcı bir tutum aldı. Ama toplumun muhafazakârlığı da kanımca televizyon akışına etki ediyor. Mesela ramazan döneminde televizyonların hemen hepsi, eskiden olmadığı ölçüde, belirgin biçimde dindarlaşıyor, öyle değil mi? İktidar da zaten böylesi bir muhafazakâr toplumsal hareketi temsil ediyor.

Yani muhafazakâr toplum televizyon ürünlerinin akışını belirlemeye başladı.

Kendisini eskiye göre daha rahat ifade ediyor diyelim. Fakat ilginç başka bir nokta var. Özellikle bu yeni dönemde çıkan dizilere baktığımızda, tüm bu toplumsal, siyasal muhafazakârlaşma dinamiğine rağmen bazı dizilerin devletin de toplumun da önünde olduğunu düşünüyorum.

Çok güzel. Mesela…

Anlatılanlara baktığımızda bu dizilerin Türkiye’deki muhafazakâr ‘Büyük Kapatılma’nın adeta süpap delikleri olduğunu görüyoruz. Kayıp Şehir, Ağır Roman, önceki sezondan bu sezona Suskunlar, Yalan Dünya, öte yandan tarihi sorgulayan diziler, Veda, Son Yaz Balkanlar... Bunlara baktığımız zaman sosyal egomuzu okşamayı hedefleyen malûm kurguların dışında ‘radikal’ eğilimler görüyoruz.  Bunun yanında, muhafazakârlık ve milliyetçileşme eğilimleri, Türkiye’de yaşanan kanlı çatışmaya bağlı kaçınılmaz olarak kendini gösteren şovenist yönelimler üzerinden reyting elde eden diziler de var tabii. Ama bakıyoruz ki dizi endüstrisi bütün bunlara rağmen bazı örneklerinde gerçekten de radikal, protest, aykırı, çoğulcu, ‘öteki’leştirilen kesimleri ele alan, onları takdir edilecek şekilde ‘biz’leştiren kurguları da bize sunuyor.

 

DEVLETİN VE TOPLUMUN İLERİSİNDE…

Türkiye’de belli ikilemler var. Hâlâ da en geçerli olanlarından biri laik-muhafazakâr ikilemi. Bu bahsettiğiniz süpap iki kesim için de geçerli mi?

Tabii ki laik-modern kesim açısından süpap. Çünkü söz konusu dizilerin arka planına baktığımızda gerek senaryo çalışması düzeyinde gerekse yapım ekibinin altyapısında daha modern, laik hatta sol gelenekten bir damar olduğunu görüyoruz.

Ve İstanbul çıkışlı…

Ankara da var işin içinde. Bunun çok ciddi bir mücadele amacıyla gerçekleştirildiğini belki söyleyemeyiz, ama sonuçta insan nasıl bir hayatın içinden çıkmışsa tabii ki bilinçli ya da bilinçdışı birtakım motivasyonlarla bu tür yapımlar, çalışmalar, ürünler üzerinde ısrarcı oluyor.

Behzat Ç. mesela çok bilinçli muhalif.

Evet. Ayrıca Kayıp Şehir, Ağır Roman, Suskunlar, Uçurum. Burada ele alınan temalara baktığımızda toplumun ve bizim kirli yanlarımızın yüzümüze vurulduğunu, bunun yüreklice yapıldığını görebiliyoruz. O açıdan dizilerin bu grubunu düşünürsek, burada ben toplumun da devletin de önünde bir performansın sözkonusu olduğu kanısındayım. Bu, bizi dünyaya da bağlayan bir unsur. Bu tür ‘merkezkaç’ dizilerin Amerikan dizi film endüstrisinde karşılıkları var. Nedir bu dizilerin temel hareket noktası? Eleştirellik, sorgulama ve antistatükocu bir tutum. Tabii ki sonuçta bütün bu kendi adıma pozitif noktaların bir endüstriyel işleyiş içinde olduğunu unutuyor değilim. Burada da şu soruyu sorabilirsin: Nasıl oluyor da böylesi protest, aykırı, radikal, eleştirel, sorgulayıcı yapımlar o muhafazakâr toplum tarafından benimseniyor? Sanırım burada da şu var. Sonuçta insanlar, her ne olursa olsun bu tür kurgu ürünlerde olup bitenlerin onanmasını, meşrulaştırılmasını sağlayan steril ürünleri çok da benimsemiyorlar.

 

“İKİ KÜLTÜR MÜCADELE EDİYOR”

Yani dümen suyuna giden dizileri sevmiyorlar.

Dümen suyuna giden dizilere muhafazakâr bir zihin bile dudak büküyor. Sonuçta insanlar yaşadıkları gerçekliğin, bozuklukların farkındalar. Ama hayat devam ediyor. Gündelik hayatın akışı içerisinde zaten büyük iktidar mekanizmaları tarafından kuşatılmanın verdiği bir çaresizlik var. Bu konformizm ve muhafazakârlık gündelik hayatın akışında var. Ama bunun bir de kurgu olarak karşısına çıkması herhalde en muhafazakâr insanı bile bezdiren bir şey. O yüzden Uçurum’da beyaz kadın ticareti üzerinde yaşananların yansıtılması; Suskunlar’da çocuk tacizi üzerinden karşımıza çıkan kurgu, Kayıp Şehir’de transların yaşantısını içerden bize gösterme çabası, Ağır Roman’da kenar mahalle insanının içinde bulunduğu suçla devam eden hayat dikkat çekiyor…

Ya da yine Ağır Roman’daki kentsel dönüşüm kurgusu…

Tabii. Ağır Roman’ın başlangıcı ürperticiydi. Kentsel dönüşümü, Türkiye’de herkes ev sahibi olmak isterken insanlara eleştirel olarak anlatmak o kadar zor ki. Halbuki bütün bu konut piyasası kapitalist sistemin krizini çözmeyi hedefliyor. Ağır Roman’da insanları bu yönde düşünmeye kışkırtacak bir motif var. Bunu gördüğüm zaman gerçekten dizilerden ümitli hale geliyorum. Daha doğrusu, dizileri üreten insanların salt ticari hedeflerle hareket eden kötü niyetli insanlar olmadıklarını düşünüyorum. Tabii ki bu büyük bir endüstri ve bunun içinde önceliği ticaret ve kazanç olan ve bu uğurda hiçbir insani duyarlılığı gözetmeyen kesimler de var. Ama biliyoruz ki bu sektörün içinde hâlâ insani anlamda birtakım sorumluluklar taşıyan ve kendisini daha toplumcu bir kültürel altyapıdan çıkarmış insanlar da var. Yazılı kültür dünyasında nasıl siyasi ve kültürel kutuplar oluştuysa, görsel-dijital kültür dünyasında da yine siyasi kutuplar, pozisyonlar mevcut. Muhafazakâr dizilerimiz de var. Mesela ben Mahsun Kırmızıgül ekolünü Türkiye’de dizi film endüstrisinde muhafazakârlığın, statükoculuğun dışavurumu olarak düşünmekten yanayım.

Yani sonuçta yine iki kültür, diziler üzerinden mücadele ediyor.

Nasıl önceden gazete, kitap, romanlar üzerinden oluyorsa şimdi de öyle. Belki sol-sağ diye terimlendirmek bugünün dünyasında vasat kalabilir. Ama muhafazakâr-radikal, konformist-protest diye ayırt etmek mümkün.

 

“MUHAFAZAKÂR SEYİRCİ DE OLGUNLAŞIYOR”

Özelliklerine bakarsak nasıl gruplandırabiliriz yeni dizileri? Mesela zengin hikâyeleri anlatmaktan nispeten vazgeçip yoksulluk kültürünü de anlatan diziler var artık.

Bir baskın nokta bu. Bir dönem konaklarda geçen, kırsal zeminde ağa zenginlikleri, şehir düzleminde şirketlerde akıp giden diziler oldu. Nasıl Brezilya dizileri doygunluk yarattıysa, sanıyorum zenginin halini yoksullara imrendirici biçimde anlatan bu diziler de bir doygunluk yarattı. Bu, şunu da gösteriyor: Seyirci, muhafazakâr eğilimli dahi olsa olgunlaşıyor. 

Yani bu noktaya gelmemiz güzel bir şey…

Evet. Balkan Savaşı’nın harabiyetini işlemek, ‘İşgal İstanbulu’nda çaresizliğimizin yansıtılması, bunlarla yüzleşmeye başlıyor olmamız, bunlar güzel. Bu olgunlaşmayı ve erginleşmeyi anlatıyor. Hem endüstri erginleşiyor hem de seyircinin, verdiği tepki ve gösterdiği ilgiyle daha olgun hale geldiği düşünülebilir.

Hem seyirci hem yapımcılar açısından baktığımızda dizi piyasasında bir ustalaşma dönemine mi giriyoruz?

Rekabet bunu getirdi. Gerek teknik gerek estetik olarak bir ustalık işareti bunlar. Aynı şekilde içerik, tema olarak da daha başka ne yapabiliriz arayışı var. Rekabet, çeşitlenme yarattı, yeni yaratıcılıkları kamçıladı, onun sonucunda farklı alt kültürler, kimlikler ve tarihsel dönemler ele alınıyor. Ve buralarda sadece hamasetle yetinileceğini düşünmüyorum. Çünkü o hamaset bir yere kadar izleyiciyi çekiyor, ama bir noktadan sonra kalıcı olmuyor. Fetih 1453 gibi bir çalışmayı sinemada yapabilirsiniz ama dizi film olarak sürdürmek kolay olmaz. Muhteşem Yüzyıl’a bak mesela. Hamasetle mi sürüyor?

Entrikalarla mı?

Entrikalarla. Kadın temsili üzerinden... Hamasetten ziyade sefahatle.

 

“BUNLAR ŞEHİRLEŞMENİN DİZİLERİ”

Öyleyse bu sezona dair ilk özellik artık yoksulluk hikâyelerinin de anlatılması. Mesela Şubat da öyle sanırım…

Şubat bir de ‘underground’ yanı olan bir dizi. Artık bir ‘alt kültür’ olarak bizim ‘evsiz’lerimiz var; Şubat onu sorunsallaştırıyor. Eskiden bu, bir ‘alt kültür’ değildi. 80’lerin sonunda İngiltere’ye gittiğimde ‘homeless’ kavramıyla tanıştım. Bizde ne vardı? Olsa olsa köprüaltı çocukları, berduşlar... Ama ‘homeless’ kategorisi, gerçekten sokakta yaşayan yetişkin insanlar tablosu şimdi İstanbul’da da oluşmaya başladı. Böyle bir diziyi 80’lerde yapamazdın. Bugünkü İstanbul’un o megapol yaşantısı içerisinde oluştu bu kesit. Korku dizileri gelecek mesela. Daha fantastik diziler karşımıza çıkacak. Bunların yapılabilmesi şehirleşme, şehrin artık hayatın tek akış alanı olması ve şehirlerin giderek megapollere dönüşmesiyle ilgili.

Kayıp Şehir de öyle sanırım.

Öyle. Bunları daha önceki yıllarda izleyemezdik. Ne alâka diyecektik. Aile dizilerine baktığımız zaman orada da giderek bir yandan muhafazakâr eğilimler devam etse de daha çatışmacı yapıların ortaya çıktığını görebiliyoruz.

Mesela?

Tam aile dizisi değil ama TRT’de yeni başlayan Böyle Bitmesin... Boşanmaları ele alıyor.

Engellemeye çalışıyorlar değil mi?

Evet. Tabii iyi niyetli ama çok da evlilik-boşanma meselesine dair kök nedenlere inmeyen bir tablo. Fakat önemli olan böyle bir dizinin de şimdi yapılıyor olması. Giderek boşanmaların artması, evliliklerin dikiş tutmamasıyla ilgili bir toplumsal olgunun sonucu olarak ortaya çıktığını düşünebiliriz bunun.

İstanbul’da boşanma oranı yüzde 50.

O yüzden Böyle Bitmesin diye bir dizin var. Bu diziyi de daha önce yapamazdın. Çünkü toplumsal karşılığı yoktu. Demek ki diziler bize toplumda olup bitenleri yansıtıyor.

Çok doğru ama bir yandan da bağımlılık yaratma gibi bir özellikleri var.

Evet dizilerin bir ‘antidepresan’ yanı da var. Ama belki de en zararsız antidepresanlardan biri. Çok daha zararlı antidepresanlar olduğunu unutmayalım.

 

“KADIN KAPIŞMASI FETİŞİZMİ VAR”

Tarihimizle yüzleştiren dizilerin sayısının arttığını söyledik. Yoksulluğu mercek altına alan diziler var. Muhteşem Yüzyıl’ın kadınlar arasındaki çekişme üzerinden döndüğünü söylediniz bir de…
Dizilerde iki unsur çok önemli: Şiddet ve şehvet. Erkek temsilini öne çıkaracaksan bir dizide, şiddet üzerinden gidiyorsun. Kurtlar Vadisi, yeni başlayan Babalar ve Evlatlar gibi. Bunlar ‘erkek oğlu erkek’ diziler. Kadın temsili üzerinden gideceksen de şehevî bir yan katacaksın işin içine. Tutku, aşk ve zımnen seks olacak.

Kadın kapışması fetişizmi” demişsiniz…

Doğru. Yeni dönemde daha da arttı. Erkek seyirciye yönelik bir uygulama bu. Kadın kapışmasını izlemek erkeğe haz veriyor. Muhteşem Yüzyıl’ın başarısında buna bakmalı. Kanuni Süleyman ya da Pargalı İbrahim, erkek temsil orada. Erkek izleyici onunla bir titreşim içine giriyor. Ve onların etrafındaki kadınlar… Burada fetişistik bir yan var. Batılı erkek zihnin ‘oryantalist’ hülyası da böyleydi. O yüzden Muhteşem Yüzyıl’ın en önemli tanımlaması, bir yerli oryantalizm örneği olduğudur.

Başka öne çıkan tema var mı?

Türk sinemasıyla yoğun bir şekilde etkileşime girildi. Dila Hanım başladı ve Alev Alev. 70’ler ve 80’ler sinemasının bir şekilde kültleşmiş filmleri bunlar. Huzur Sokağı’nı da buna ekleyelim. O da sonuçta ‘birleşen yollar’ın bir uzantısı.

Sevda dizileri aslında.

Evet. Demek ki Yaprak Dökümü, Aşk-ı Memnû ve bilumum Orhan Kemal eserleriyle romana yöneldiği gibi dizi film sektörü, sinemaya da yönelecek. Türk sinemasının unutulmaz eserleri, kültleşmiş filmleri dizi filme dönüştürülecek. Bunun da bu sene önü iyice açıldı.

 

“ONUN BAŞARISI BİZİM BAŞARISIZLIĞIMIZ”

Bunları konuşuyoruz ama yine reytinglerde birinci sırada Kurtlar Vadisi var. Bu ne biçim bir formüldür ki, yıllardır seyrediliyor ve reytinglerde birinci…

Kürt sorunu başarısızlıklarla çözümsüz devam ettikçe Kurtlar Vadisi başarıyla devam edecek. Kürt sorunu ne kadar daha kanlı, acı verici hale gelirse Kurtlar Vadisi’nin reytingi o kadar tavan yapacak.

“Onun başarısı bizim başarısızlığımız aslında” demişsiniz.

Evet. Yaşadığımız sosyopolitik başarısızlık bu dizinin başarısı. O halde biraz önce çizdiğimiz, dizi performansından ümitvar tabloya ayar verelim: Bir yönden radikal-protest işler seviliyor, öbür taraftan da milliyetçi, devletçi temalar da iş yapıyor. Dedim ya işte burası bir mücadele alanı. Boş bırakılmaya gelmez.

Ustura Kemal de bunun içinde mi?

Tabii. Ustura Kemal, yeni başlayan Veda’nın ters dönmüş hali. Asimetrisi. İkisi de ‘İşgal İstanbulu’nda geçiyor. Birisi çaresizliğimize vurgu yapıyor, öbürü fantastik bir kahramanlık anlatısıyla o çaresizliği örtbas ediyor.  Demek ki iki yönü var işin. Kurtlar Vadisi de Ustura Kemal gibi. Yalnız Kurtlar Vadisi on yıllık serüveninde hep aynı yörüngede değildi. Bu dizi ilk bir kaç sezonunda çok da olumsuz yaklaşılmaması gereken bir diziydi. Nitekim o zamanlar bu diziyi çok önemsemekteydim. Tam da derin devlet meselelerinin en çok gündemde olduğu, Güneydoğu’da yaşanan faili meçhullerin hâlâ etkisinin hissedildiği dönemlerde, şimdiye oranla çok daha gerçekçi, realiteyi tam tersine yansıtmayan, hatta eleştirel mesajları vardı. 

Bir derin devlet vardı ve o da onu yansıtıyordu.

Derin devleti doğru biçimde yansıtıyordu. Bunun kırılma noktası tam ne zaman bilemiyorum. Kurtlar Vadisi-Irak sinema filmi olabilir. Orada realiteyi tamamen tersine döndüren, gerçekte yaşanan ne kadar acınasıysa, eziklikse, onun tam tersi şekilde özsaygı yaratmaya dönük, yalancıktan bir ego okşaması yapıldı. Gerçekte olan ne? Türk askerinin başına çuval geçirildi. Polat Alemdar ne yapıyor? Orada Amerikalılar’ı yerin dibine sokuyor. Kurtlar Vadisi ilk başladığında bu noktada değildi. Artık işin cılkı çıktı, komedileşti adeta, ama izleniyor. Kendi mecrasında, istesek de istemesek de klasikleşti.

 

YENİ BİR AYDIN SINIF MI?

Dizilerimizin çevre ülkelere etkisine geçelim… Özgürlük peşindeki Arap kadınlarını, hatta Arap Baharı’nı etkilediğini bile düşünenler var.  

Etkilediyse dizilerden hakikaten korkmak lâzım! Türkiye, Osmanlı’nın ‘merkez’ bakiyesi olarak Akdeniz, Balkan, Ortadoğu kültürleriyle ortaklık içinde. Yeme-içme, hüzün-neşe çok ortak. Ama Arap-İslam coğrafyasında çekimi artıran başka ve oralarda eksik bir öğe var: Sekülarizm. Gündelik yaşamın seküler, yani dünyevi, dindışı bir akış içerisinde sürdüğü tek Müslüman ülke Türkiye bu coğrafyada. Kadın özgürleşmesine odaklı temalar, kadın-merkezli kurgular, birer ‘idol’ olarak Tuba Büyüküstün’ler ancak seküler bir iklimden çıkabilirdi. Dizilerimiz bu Müslüman ülkelerin seküler hayat, açık toplum özlemlerine tercüman oluyor.

Bir yazınızda “AK Parti’nin fethedemediği kale” olarak tanımlamışsınız popüler kültürü ve orada da dizilere vurgu var…

Kimsenin yediğine içtiğine karışmadık deseler de AK Parti dönemi belli bir yaşam tercihini öne çıkarma yönünde girişim ve inisiyatiflere sahne oldu. Dindarlık ve muhafazakârlık gündelik yaşamda ağırlığını hissettiriyor. Ama diziler, deyiş yerindeyse buna bağışıklık gösterdi. Çünkü hayali, kurguyu dinsel çerçeveyle sınırlamaya kalkarsanız ortaya çıkan sonuç dindarların bile ilgisini çekmez. Diziler ancak seküler, yani dinsiz değil tabii ama dindışı bir zeminde suya-sabuna dokunur. Dinde ise her zaman ‘orta yol’ telkini vardır. Bu uyarsızlığı gidermekte zorlanınca bu iktidar, RTÜK’e sarıldı ve diziler de zaptürapta alınmaya başladı. Behzat Ç.’yi muma çevirdiler. Zeynep’le Ozan’ı (1 Erkek 1 Kadın) evlendirdiler! İyi güzel de böyle yaparsınız bu dizileri, en büyük ihraç mecranız ve dindarlıkta sizle yarışacak Ortadoğu-Arap ülkelerine bile satamazsınız. Böyle mutedil, orta yolcu ve mütedeyyin dizi örnekleri dindar-muhafazakâr kanallarda yıllardır var. Kaç tanesini dışarı satabildiniz? RTÜK yüzünden çok önemli bu ekonomik kaynak heba edilecek. Memleketin en yaratıcı, nitelikli, entelektüel zihinlerinin çalışması dinsel-muhafazakâr takıntılarla boyunduruk altına alınmaya çalışılıyor, ama bu sonuç alamaz.

Dizileri yapanların entelektüel kapasitesini önemsiyorsunuz. Yeni bir ‘aydın’ sınıfı mı doğuyor?

Kimi dizi yazarlarının ve yönetmenlerin aydın tavrı içinde olmasından söz edebiliriz tabii. Gülse Birsel’i, Emrah Serbes’i, Birol Güven’i, Gani Müjde’yi yabana atabilir miyiz? Tabii kime göre entelektüel tavır ve sorumluluktan söz ettiğimiz önemli. Her ikisi de bu sektörün içinde iş yapan Gülse Birsel’le Acun Ilıcalı’yı kıyaslarsanız, demek istediğim berraklaşır.