Vandallar, mandallar!
Demek böyle şeyler de oluyor.
Hiç olmazdı halbuki.
Van’da “mikro iç savaş”sırasında “Vandallar, kamu ve millet malına zarar” verirken bir de bu olmuş.
Bir Emniyet zırhlısı, yanan bir aracın yanına, yanmayan, kendi halinde bir kenarda duran iki otoyu da “yanmaları, ortalağı daha çok yakmaları için” sürüklerken yakalanmış!
Yanlış anlaşılma olmasın:
“Yakalayan” sokaktaki insanların çektiği görüntüler.
Eskiden, misal Reichstag kundaklandığında, 12 Mart darbesi yolunda, tam “Cadı Kazanı” sahnelenirken AKM yakıldığında böyle görüntü, kayıt ve sosyal medya imkânı yoktu.
1933 Almanya’sında Bulgar Dimitrov’dan Türkiye’de sol gruplara kadar niceleri kolayca suçlanmıştı.
Şimdi bir yerden dumanı çıkıyor.
Böyle yakma, yıkma eylemleri için yüksek düzeyde birileri, üstelik onca genç mermi ve gaz kapsülüyle öldürülmüşken bile, “Kamu ve millet malına saldıran Vandallar” diyordu.
Demek bir de “Mandallar” var.
Ama Van’da olduğu için vaka; “Van”dal daha münasip olabilir elbet.
İki polis, biri süren, biri amir, hemen görevden alınmış, görüntü çıkınca. Hemen açıklama da geldi: “Paralel yapıdan onlar.”
Belki öyledir, belki değildir; önemli olan şu:
Demek böyle şeyler olabiliyor!
Özellikle “maskeli faili meçhul cinayetler”in, “kandallar”ın polis, asker, vatandaş katlettiği bir ortamda hiç unutmamakta yarar var.
Ayrımcılık makinesi!
Bu makine büyük icat. Yaz yaz anlatamıyorduk.
Askeri servis aracında, ABD’de bir zamanlar siyahları arkaya atan uygulama gibi, önde boş koltuk olsa bile astları arka koltuklara çakan “Otobüste oturma planı”nı tamimini bile yayınlamıştım.
Tabii bunları makul ve gerekli gören de var.
Olabilir; ama o şekilde cumhuriyetçilik sadece lafta olur!
Şimdi terakki var; “Diskriminasyon makinesi” icat oldu.
Diyeceksiniz ki, çok sinir bozucu biçimde, bankalarda da sıra makinesi böyle ayrımlar yapıyor.
Haklısınız. Ama nihayetinde o “kapitalizmin parayı veren düdüğü çalar; daha çok veren daha çok çalar” ve “müşteri sadakati prensibi” uygulaması filan.
Bu makinemiz, “İmtiyazsız, sınıfsız” diye pembeye boyanmış cumhuriyetin en cumhuriyetçi kurumunda olmak bir yana; tamamen sağlık, sıhhat, hastalıkla ilgili!
Yani, “Acil” dışında; hastalığının ne olduğu değil, rütbenin ne olduğu önemli!
Sanki hastalıklar böyle ayrım yapıyormuş gibi (Hoş, bazı hastalıklar daha çok ezilen, hırpalanan insanlara daha özgü tabii).
“Statü hukuku” diye bir icat var; lojmanın çoğunu azınlığa; iyisini üsttekine, kötüsünü alttakine veriyor; kimine hiç vermeyip kimini orduevine dahi sokmuyor; çocukları bir ötekine karıştırmıyor; kimi çocuğu dikenli tellere cansız takıyor.
Tamam, iyi günde hepsi kabul, diyelim! Ama bakın hastanede, hastalıkta, kötü, en kötü günde bile, “makine nizamı”nda, düğme düğme ayırmış sıra alacak askerleri: Subay düğmesi, astsubay düğmesi, uzman, sivil memur düğmesi.
Bu artık sınıf ayrımı bile değil; kan ayrımı, al yuvar ak yuvar¸ trombosit ayrımı; mikrop ayrımı, virüs ayrımı; en temel hakkın ayrımcılığı.
Bir yandan “Biz bir aileyiz” derken…
Ancak otomatik bir makine bundan utanmayabilir!
Belki o bile utanıyordur, ekranı kızardığına göre!
Marka sizin olsun; bu değer bizim!
Burada defalarca andığım “İyi insan, iyi gazeteci” Ali Haydar Yurtsever’i bugün uğurluyoruz.
Her zamanki gibi aceleci; hep bir yerden bir yere koşuyor. Viyana’dan getirilip İstanbul’da TGC önünde meslektaşlarıyla vedalaşıp İzmir’de toprağa koşturuyor.
Ali Haydar, müthiş haberlerle basın tarihe damga vurduğu gibi, piyasa medyacılığı ile havuz medyacılığının yaldızlarını da önümüze döktü:
Onca yıl, hep tehlike ve ölüm kenarında onca değer kattığı Milliyet’te de; hastalığı ilerlediğinde devletin AA’sında da işten çıkarılmıştı.
O çok bayıldıkları “Marka Değeri”nin markası onların olsun; esas arkası, yani emek, yürek dolu değerler de bizim!
Güle güle demeyeyim Ali Haydar; zaten buradasın.