Dünyanın ve Türkiye’nin de temel gündemi olan koronavirüs…
Haftalardır bu krizle yüzleşiyoruz.
Tıbbi yönünü bir tarafa bırakırsak yakın gelecekte ülkeleri zorlayacak en etkili tartışmalardan biri, kıtalar, bölgeler arası karşıtlıkların ya da rejim ve yönetim sistemlerinden kaynaklanan farklılıkların salgına ve sonrasına yapabileceği etkilerdir.
Çünkü ülkeleri sınır tanımaksızın saran ve sağlık sistemlerini ağır bir baskı altına alan bu sürecin sosyal ve ekonomik sonuçları, siyaset ve yönetim mecrasını da kapsamı içerisine alacaktır.
Bugün 180 ülkede milyonlarca insanı etkileyen bu salgın, algıları/alışkanlıkları/beklentileri değiştirebilme potansiyeline sahip. Dünyada işsiz kalması muhtemel geniş kesimler ya da özel sağlık harcamasına imkanı olmayan aileler normal dönemlere göre daha fazla yanında hissetmek istediği devleti esas alarak yönetim katındakileri irdelemeye başlayacak…
Bir başka ifadeyle devletler hangi yönetsel sistemle ve nasıl bir siyaset tarzıyla bu yeni dönemde öne çıkacak ve keskinleşen rekabette avantaj elde edecek? Tartışmalar haliyle aşı ve ilaç konusuna daha çok odaklansa da asıl yönelimi belirleyecek bu geniş fotoğrafa hazırlanmak lazımdır.
YÖNETİMİN KAPASİTESİ VE KALİTESİ
Dünyaca ünlü siyaset bilimci Francis Fukuyama’ya göre yaşadığımız Pandemi krizinin aşılmasını sağlayacak ölçüt, devletlerin demokrasi ve otokrasi seviyesi değil. Fukuyama buna dayanak olarak Çin, Güney Kore, Singapur gibi krize göreli olarak daha iyi cevap vermiş ülkeler ile Avrupa ve ABD’de derinleşen krizin karşılaştırmasını gösteriyor.
Bu noktada Türkiye’nin uzun yıllardır oluşturduğu sağlık sistemi başta olmak üzere bir takım avantajları ile “umutsuz ülkeler” kategorisinde olmadığını belirtmek gerekiyor. Hatta tedbirler neticeye ulaşırsa birkaç hafta içerisinde önümüzü görmemiz mümkün olabilir.
Fukuyama’nın bakışıyla en iyi demokrasiye sahip olduğunu iddia eden ülkeler, yanlış ve eksik sistemleri ya da her geçen gün güven kaybetmekte olan yönetim tarzları ile daha otoriter ama bu hususlarda etkinleşmiş ülkelere göre belirsizliğe karşı meydan okuyamıyor.
O halde gelişmişlik için yeni bir ölçü mü beliriyor?
İki temel husus öne çıkıyor: Birincisi devletin yönetim kapasitesi ve kalitesi, ikincisi ise o ülkede yönetime duyulan güven ve liderlik becerisi…
Bana göre demokrasi ve otokrasi arasındaki karşılaştırma pek doğru değil. Eğer böyle olsaydı bugün Çin’in dijital imkanları kullanarak toplum üzerinde oluşturduğu baskıyı görmezden gelmemiz gerekirdi. Böyle bir bakış açısı krizden çıkış için demokrasiden ödün vermeye kadar bir dizi akıl tutulmasını bile tetikleyebilir. Nitekim SARS gibi farklı zamanlarda bu tarz krizlerle karşılaşmış Çin yönetimi Wuhan’da olan bitenleri ancak 20 Ocak tarihine kadar örtbas edebildi. Virüsün insandan insana geçtiğini de o gün kabul etmek zorunda kaldılar. Dolayısıyla Çin Devlet Başkanı, kendi ülkesinde kurduğu dijital korku imparatorluğunun kurbanı olmuş mudur sorgulanabilir bir durum!
*
TÜRKİYE NE YAPMALI?
Bu tartışmalar doğu ve batı arasında hassas bir yerde duran Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Devlet-vatandaş etkileşimini doğru bir zeminde korumak ve toplumsal güveni giderek artırmak mecburiyeti vardır. Bununla birlikte yürütmenin hızı kadar önemli olan unsuru, etkinliğidir. Yani doğru ve yerinde karar alabilmesidir ki bunun için diğer alt sistemlerinizin (başta Bürokrasi) buna uyum sağlayabilmesi gerekir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta kabine toplantısı sonrasında dikkat çektiği “biyolojik güvenlik, siber güvenlik ve gıda güvenliği” meselesi etkili bir sistem ve uzmanlaşma gücü ile örülebilir. Örneğin son süreçte oluşturulan bilim kurulu hedef olarak doğru bir yapılanma olmuştur.
New York Times köşe yazarlarından T.Friedman “Güven olmadan açık toplum olmaz, çünkü açık toplumda bile denetim için yeterli sayıda polis yoktur.” diyor. Geriye dönüp baktığımızda göreceğimiz şudur ki; güven eksikliği sürtüşmelerin temelidir ve bu eksiklik bir toplumsal algıya dönüştüğünde devlet açısından maliyeti hayli artırır. Güven hızı yavaşladığında devleti yönetenlerin karar ve uygulamalarının doğruluğu da yavaşlar. Ve güveni sadece yönetilenin yönetene duyduğu güven olarak düşünmek de eksiktir. Yatay olarak toplumsal kesimler arasındaki güvenin de krizden çıkışta rolü yadsınamaz.
Bu sebepledir ki bilimi siyasetten sıyırmak, bilimsel sahayı güçlendirmek ve liyakati esas alan bir bürokratik mekanizmayı meydana getirmek, yönetim sistemini krizlere karşı dirençli hale getirecek yegane adım olacaktır.