Çengelköy'deki Vahideddin Efendi Köşkleri'nin belgeli gerçek öyküsü
Üzerinde bir zamanlar Üçüncü Selim zamanından kalma binaların bulunduğu, saray kuyumcularının ve şehzadelerin kullandığı köşklerin yeraldığı ve şimdi yıkılıp tuhaf bir hale getirilen Çengelköy’deki köşklerde neler neler yaşanmıştı...
Çengelköy’de birkaç sene öncesine kadar eskilerin deyimi ile “âsûde” bir mekân olan Vahideddin Köşkleri’nin bulunduğu arazide şimdi cumhurbaşkanlığı tarafından kullanılacağı söylenen ama eskisi ile hiçbir alâkası bulunmayan yeni binalar yükseliyor. İşte, köşklerin ve arazinin tamamı pek bilinmeyen birkaç asırlık gerçek öyküsü...
ÇENGELKÖY’ün tepelerinde uzun zamandır devam eden devâsâ bir inşaat var: “Sultan Vahideddin Köşkleri” diye bilinen ahşap binalar yıktırılıp yeniden yapıldı, köşklerin bulunduğu geniş arazinin şekli de tamamen değiştirilip bambaşka bir hâle getirildi ve bir zamanların korusu, beton yığınına döndü. Köşklerin bundan sonra ne maksatla kullanılacaklarının ayrıntıları tam olarak bilinmese de büyük binanın cumhurbaşkanlığı ofisi, diğerlerinin de yabancı devlet adamları için misafirhane olacağı söyleniyor.
‘ÂSÛDE’ BİR MEKÂNDI
Senelerdir yazar ve söylerim: İstanbul’da imparatorluk zamanından kalma saraylar, köşkler ve kasırlar sadece müze değil, ofis olarak kullanılmalıdır. Bugün Büyük Millet Meclisi’ne ait olan ve seçmenlere istihdam sağlamaktan başka pek bir işe yaramayan Dolmabahçe ve Beylerbeyi gibi saraylar Avrupa’daki benzerlerinde olduğu gibi cumhurbaşkanının yahut başbakanın ofisi yapılmalıdır. Böylelikle hem âtıl vaziyette kalmanın getirdiği yıpranmalarının önüne geçilmiş olur, hem de uzun devlet geleneğimizi gösteren mükemmel birer örnek teşkil ederler. Senelerdir böyle söyledim ama İstanbul’un eskilerin deyimi ile en “âsûde” mekânlarından olan Çengelköy’deki Vahideddin Köşkleri’nin bulunduğu korunun traşlanarak bir roket pisti görüntüsü alacağı, ahşap binaların yerine de beton yapıların dikileceği yani işin böyle olacağı hiç aklıma gelmedi! Artık olan oldu, biten bitti... Tek tesellimiz, koskoca istinad duvarları, helikopter pistleri ve köşk niyetine yapılan villa irisi binalarla doldurulan mekânın yeniden koru hâline getirilip çirkinliklerinin gizlenmesi...
KALFA HANIMA VERDİLER
Çengelköy’deki inşaat devam ederken basınımızda Vahideddin Köşkleri’nin geçmişi hakkında dünya kadar yazı çıktı ama bu yazılanlarda köşklerin iki asırlık macerası konusunda yine de karanlık noktalar kalmıştı... Bugün, işte bu yüzden köşklerin geçmişini ayrıntıları ile yazıyorum: Çengelköy’deki köşkler, Vahideddin’e şehzadelik senelerinde ağabeyi Sultan Abdülhamid tarafından hediye edilmişti. Koruda, Üçüncü Selim zamanında yapılan ve daha sonra Sultan Abdülmecid’in mücevhercilerinden olan Köçeoğlu adındaki bir Ermeni ustaya ait bulunan büyük bir eski köşk vardı ve köşkü bir ara Sultan Abdülmecid’in tahta geçmeyen oğullarından Şehzade Kemaleddin Efendi de kullanmıştı. Vahideddin, köşkün ve arazisinin kendisine hediye edilmesinden sonra eski binayı elden geçirtti, daha küçük yeni dört ayrı bina yaptırdı ve tahta çıktığı 1918’e kadar koruda yaşadı. Padişah, koruyu 1919’da üç çocuğu, kızları Ulviye ve Sabiha Sultanlar ile oğlu Şehzade Ertuğrul Efendi arasında taksim etti, tapularını da onların üzerlerine yaptırdı ve arazinin arka kısmındaki geniş bir araziyi de mezarlık olarak kullanmaları için Çengelköy sakinlerine verdi. Sultan Vahideddin’in çocukları, Türkiye’den ayrıldıkları 1924 Mart’ından hemen önce, koruyu ve köşkleri devletin elkoyması ihtimaline karşı, günün birinde memlekete döndüklerinde geri almak üzere hükümdarın haremindeki kalfalardan Zehra adındaki çocuksuz bir hanımın üzerine yaptılar. Sultan Vahideddin’in hareminde olan ve saltanatın kaldırılmasından sonra gidecek yerleri bulunmayan yaşlı hanımlar ile haremağaları da köşklerde uzun seneler yaşadılar ve hanedan kadınlarının 1952’de Türkiye’ye dönmelerine izin verilmesinin ardından padişahın memlekete gelen kızları, Çengelköy’ün tapusunu yeniden kendi üzerlerine yapma hazırlığına giriştiler.
RESTORE EDİLDİ, HARABE OLDU
Ama o günlerde Zehra Hanım vefat etti ve vârisleri önceden yapılan anlaşmada belirlenen hissenin daha fazlasını talep edince satışa karar verildi. Vahideddin’in vârisleri ile Zehra Hanım’ın akrabaları araziye senelerce müşteri aradılar, satış 1970’lerin başında yapıldı ve herkes hissesini aldı. Köşklerin macerası bu kadarla da son bulmadı: Araziyi ve binaları aileden alan kişi daha sonra bir başkasına sattı, o kişiden askerlere geçti, derken Diyanet’in mülkü oldu, köşklerin 1990’ların başında bir ara kumarhane yapılmaları gündeme geldi ise de vazgeçildi, mülkiyet yeniden devlete geçti, arada yapılan bir restorasyona rağmen binalar yine harabeye döndü ve nihayet bugünkü hâle getirildi. Bu sayfadaki kutuda, köşklerin geçmişini ve son dönem imparatorluk tarihimizdeki yerini anlatan bilgiler yeralıyor...
VAHIDEDDIN’IN KIZI KÖŞKLERI ANLATIYOR
SULTAN Vahideddin’in 1894 ile 1971 seneleri arasında yaşayan küçük kızı Sabiha Sultan, 1941’de Mısır’da bulunduğu sırada hatıralarını kaleme almış ve yazdıklarında Vahideddin Köşkleri’ne de yer vermişti. Aşağıda, Sabiha Sultan’ın hatıralarında köşkler ile ilgili bahsin bir bölümü yeralıyor: “...Babam ailesiyle birlikte kış mevsimini Ortaköy’deki Fer’iye Sarayları denilen, Sultan Abdülaziz’in biraderzâdeleri (kardeş çocukları) için inşa ettirdiği üç kısımdan mürekkep, tahta boyalı, asker kışlalarına müşabih (benzer) binaların orta kısmının bir bölüğünde ikamet ederdi. Yaz mevsimini ise, Boğaziçi’nin Anadolu sahilindeki Çengelköy tepesinde Sultan Abdülhamid- i Sani tarafından kendisine bâ-sened- i hakanî (tapu ile) verilmiş olan köşkte geçirir idi
PLÂNINI BİZZAT ÇİZDİ ...
Mimariden de anlardı. Hatta Çengelköyü’nde, valideliği Şayeste Kadın için inşa ettirdiği köşkün plânını bizzat çizmişti. Bunu da bilâhare metrûk evrakı arasında buldum. Bu köşkü birkaç ay içerisinde Süleyman Usta denilen bir kalfanın nezareti altında inşa ettirmişti. Bu köşk, bugüne kıyasen adeta modern denilecek bir şekilde idi. Kendi ikamet ettiği ve Sultan Abdülhamid’in hediyesi olan köşkü, mimar Vallaury’ye resmettirmiş fakat taksimatını bizzat kendisi yapmıştı. ...Bu stil üzerine hazırlatmış ve tavandan kartonpiyer tertibatını bu suretle yaptırmıştı. İkmaline (tamamlanmasına) vaziyet-i maliyesi (mâlî durumu) müsait olmadığından, son zamanlara kadar nâtamam (bitmemiş) ve sıva ile kalmıştır. ...Sultan Reşad’ın hastalığını saraydan bildirdikleri vakit, Çengelköyü’nde bulunuyorduk. Babam kendisini son ziyaretinde çok yorgun bulduğunu zaten bize söylemişti. Hemen üç çifte kayıkla karşıya geçti ve akşam geç vakit döndü. Çok üzgündü. Ertesi gün tekrar gidip avdetinde doktorlarla uzun uzadıya görüştüğünü, maalesef vaziyetin ağırlaştığını söyledi.
ÇENGELKÖY’DEN SARAYA
İki gün sonra, korktuğumuza uğramıştık. Memleket iyi yürekli, müşfik padişahını; babam da hayatta tek kalan kardeşini kaybetmişti. Hepimiz ye’s içinde kalmış, şaşkına dönmüştük. Hiçbirimiz başka birşeyi düşünemiyorduk. O esnada Enver Paşa’nın geleceği söylendi. Ben ancak o anda kendime gelerek, mühim bir vaziyet karşısında bulunan babamı düşündüm ve yanına gittim. Rengi atmış, çok kederli ve düşünceli görünüyordu. Beni görünce yüzüme baktı, ...‘Başıma gelenleri görüyor musun kızım?’ buyurdu. Kendisine beyân-ı tâziyet ettim (başsağlığı diledim) ve bir emri olup olmadığını sordum. ‘Hemşirene (kızkardeşine) telefonla haber ver’ dedi. Köşkte büyük bir hareket başlamıştı. Bir müddet sonra Enver Paşa gelip gitti. Babam biraderinin cenaze merasiminde bulunmak arzusunu izhar ettiği için, ona göre tertibat alınıyordu. ...Çengelköyü’nü terkederken, babamın teessürü son haddini bulmuştu. Arkasında sakin ve sade bir aile hayatını bırakıp güçlük ve mes’uliyetle dolu nâmalûm (bilinmeyen) bir yola çıkıyordu. ...Köşkten yanına yaveri Asaf Bey’i alarak faytonla hareket etti. Diğer yaveri Hulusi Bey at üzerinde, bütün bendegân da yaya olarak takip ettiler. Vak’ayı haber alan Çengelköylüler de sevinç tezahürleri göstererek bu kafileye katılmışlardı.
‘SARAYA GÜLEREK GİRİLİR’
Dolmabahçe Sarayı’na yeni hükümdar ailesinin gidişi pek hazin olmuştu. Kapıda bizi sarayın eski kalfaları ve haremağaları karşıladılar. Annem de, hemşirem de, ben de, üçümüz de göz yaşlarımızı tutamayacak kadar müteessirdik. Sultan Abdülaziz zamanını yaşamış olan başkâtibenin -haremde teşrifatçıların lâkabı- bize: ‘Aman, ne yapıyorsunuz efendim? Cülûs günü ağlamak uğursuzluk getirir. Allah, şevketmeâb efendimizin kadem-i şahanelerini mübarek ve hayırlı etsin. Ömr-ü şahanelerini müzdad buyursun. Gülünüz. Sarayınıza gülerek giriniz’ demesiyle kendimizi topladık. Bu sözdeki isabeti, sonradan, bir çok defalar hatırlamışımdır”.