Beyrut'u şimdi cehenneme dönen limanından 1918'de gözyaşları ve "Allah İslâm'ı muzaffer etsin" nidâları ile terketmiştik!
Ortadoğu’da mutlaka bir yer kapabilmek için her vasıtadan istifadeye çalışan bazı Batılı güçler, Beyrut’ta geçen hafta meyana gelen büyük faciadan bile istifadeye çalışıyorlar…
Bu işin öncülüğünü Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron yaptı. Dün, geçmiş zamanların “sömürgeler genel valisi” edâsıyla Fransa’nın eski hâkimiyet bölgesi olan Lübnan’a gitti, Beyrut’taki patlama alanını dolaştı, Lübnanlılar’a akıl üstüne akıl verdi ve gelecek için yapmaları gerekenler hakkında da Fransa’nın menfaatleri ne gerektiriyorsa onu söyledi.
Hattâ, Beyrut Limanı’ndaki patlamayı bir “uluslararası komisyonun” araştırması teklifinde bulundu, yani Lübnanlılar’a üstü kapalı şekilde de olsa “Bu işi siz beceremezsiniz, bize bırakın” dedi ve bunu söylemesi üzerine de Müslüman kesimden epey bir tepki gördü…
Lübnan tâââ Haçlı Seferleri’nden buyana Avrupa’nın, sonraki asırlarda da özellikle Fransızlar’ın ilgi merkezi olmuş; 18. asrın sonlarından itibaren Lübnan’daki gayrımüslimlerin koruyuculuğuna soyunan Fransa, İngiltere ve Rusya o devirlerde Lübnan’ın hâkimi olan Osmanlı Devleti’ni hemen her bahane ile sıkıştırmışlardı.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki senelerde Fransız sömürgesi haline gelen Lübnan, son Fransız birliğinin Beyrut’u 1946’da terketmesine kadar Fransız mandasında kaldığı için Lübnanlılar, özellikle de Hristiyanlar kendilerini Fransa’ya yakın hisseder; hattâ bazıları Fransız olduklarına inanırlar; Fransa ise Lübnan’ı hâlâ toprağı gibi görür.
Lübnan’da 1516 Ekim’inde başlayan hakimiyetimizin dört asır devam etmiş olmasına rağmen oralarda ismimizin haricinde kalıcı bir hatıramız yoktur ama bölgeye fiilî olarak sadece 28 sene hükmedebilmiş olan Fransa, Hristiyan Lübnanlılar’ın gözünde işte böyle herşeydir!
Lübnan’da iç savaş senelerinde uzun müddet gazetecilik yaptım, gitmediğim ve görmediğim hemen hiçbir yeri kalmadı, hatıralarını zevkle muhafaza ettiğim unutamayacağım hoşluklar yaşadım ve kısaca söyleyeyim: Lübnan’ı rengârenk bir tabloyu andıran mutfağından halkına kadar gayet sevdim, muhabbetim hâlâ devam eder ve Beyrut Limanı’nda geçen gün yaşanan faciadan bu sebeple derin bir elem hissettim…
Beyrut taraflarının imparatorluk sonrası siyasî tarihimizdeki yerini, Fransa’nın Nice şehri ile beraber Beyrut’un da imparatorluk aristokrasisine sürgün başkentliği ettiğini, meselâ Refik Halid’in en güzel eserlerini, özellikle de “Sürgün”ünü ve Rıza Tevfik’in “Uçun kuşlar uçun doğduğum yere / Şimdi dağlarında mor sünbül vardır” diye başlayan içli şiirini orada yazdığını acaba bilir misiniz?
Bugün bu bahisleri bir başka güne bırakarak, facianın yaşandığı Beyrut Limanı’nın bizim için hüzünlü bir hatırasını anlatacak, Lübnan’daki hâkimiyetimizin sona ermesinin ardından Beyrut’taki Türk ailelerin şehre veda etmelerinin öyküsünü nakledeceğim…
1516 Ekim’inde Türk idaresine giren Lübnan tam 402 sene sonra, 1918 Ekim’inde elimizden çıktı. İngiliz ve Fransız birlikleri Lübnan’ı işgal ettiler, son Osmanlı mutasarrıfı Mümtaz Bey idareyi Beyrutlu Müslümanlardan Ömer Dauk’a bıraktı ama Arap İsyanı’nı başlatan Şerif Hüseyin’in oğullarından Faysal’ın gönderdiği Şükrü Paşa, Ekim başında Beyrut’a girerek “Haşimî Arap Devleti”ni ilân etti, bir hafta sonra da Fransızlar şehre girip Arap Devleti’ne son verdiler!
İngiliz birliklerinin de gelmesi ile Lübnan’da başlayan İngiliz ve Fransız hâkimiyeti 1920’ye kadar devam etti; Lübnan o senenin Nisan’ında yapılan San Remo Konferansı’nda Fransa’ya verildi, Fransızlar bir manda idaresi kurup 1946’ya kadar orada kaldılar…
HEM SİYASETÇİ, HEM ÂLİM…
Beyrut’u 1918’in sonunda terkedişimizin öyküsünü, Osmanlı’nın son dönem âlimlerinden Hüseyin Kâzım Kadri yazdı…
1870’de İstanbul’da doğan, çok iyi eğitim gören ve birkaç yabancı dil öğrenen Hüseyin Kâzım Kadri bazı resmî görevlerde bulunduktan sonra İttihad ve Terakki Cemiyetine girdi, valilik ve milletvekilliği yaptı. Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasının ardından Beyrut’a gitti ve ilmî çalışmalarla meşgul oldu. Savaşın ardından yeniden milletvekili oldu, Ticaret, Ziraat, Vakıflar ve Adalet bakanlıkları yaptı; İstiklâl Harbi’nin başlangıcında bir ara Anadolu’ya geçti, sonra yeniden İstanbul’a döndü ve 1934’teki vefatına kadar resmî görev almadı.
Bazı eserlerinde “Şeyh Muhsin-i Fânî” adını kullanan Hüseyin Kâzım Kadri’nin en önemli eseri bugün hâlâ kaynak olan “Türk Lügatı”dır ve bu lügat Türk lehçelerinin karşılıklı incelenmesi alanındaki ilk kaynaklardandır.
Hüseyin Kâzım Kadri, Beyrut’un işgalini ve son Türk ailelerinin Beyrut’tan zar-zor bulunan bir gemi ile ayrılmalarının öyküsünü “Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım” isimli eserinde anlatır ve Beyrutlu Müslümanlar’ın gemiyi “Allahu yansuru’l İslâm”, yani “Allah İslâm’ı muzaffer etsin” nidâları ile uğurladıklarını yazar…
Yazılmasından uzun seneler sonra, 1991’de İsmail Kara tarafından yayınlanan “Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım”da anlatılan bu hüzünlü bahsi kısaltarak ve metinde geçen bazı eski kelimelerin yerine bu kelimelerin günümüzdeki karşılıklarını kullanarak naklediyorum:
BEYRUT’TAN BÖYLE AYRILDIK…
“…Beyrut’un işgaline şahit oldum. Günlerce evlerimizden çıkmaya korktuk. O sırada Haşimî Arap Hükümeti ilân edildi ve Cemal Paşa’nın işkencesine uğrayan ve uzun müddet hapiste kalan Şükrü Paşa Eyyubî, vali sıfatıyla Beyrut’a geldi. Arap sancağı envaî tezahürat ve merasimle hükümet dairesine çekildi ve heyecan verici nutuklar îrad edildi. Cemal Paşa’nın, Âliye Divan-ı Harb’i kararıyla idam ettirdiği adamlar için ihtifaller yapılarak asıldıkları ‘Burc’ meydanına da ‘Sahatü’ş-Şüheda’ (Şehidler alanı) adı verildi.
Şükrü Paşa’nın ilk verdiği emir, Beyrut’taki Türkler’in Salt’a gönderilmeleri idi. Yalnız Beyrut eşrafı benimle ailemin ve o sırada nezdimizde bulunan kayınpederim İsmet Paşa’nın istisna edilmekliğimize müsaade almışlardı. Bunu gelip söyledikleri zaman, kayınpederim; “Hayır, biz vatandaşlarımızdan hiçbir suretle ayrılamayız. Madem ki valiniz böyle bir emir vermiştir, biz de en öne düşer ve sürgün yerimize kadar gideriz” dedi. Bu söz, onları düşündürdü ve tekrar valiye müracaatla Beyrut’taki Türklerden şimdiye kadar bir fenalık ve zarar görülmediğini söyleyerek hepimizin yerlerimizde kalabileceğimiz müsaadesini aldılar. Fakat yanlışlıkla bir zâbitimizi öldürdüler. Bîçarenin kabahati de Sahatü’ş-Şüheda’da bulunduğu otelin penceresinden başını çıkarması idi.
Arap Hükümeti, İngilizlerin ve Fransızların vaadlerine rağmen ancak bir hafta devam edebildi. İtilâf devletlerinin askerleri Beyrut’u işgal ettikten sonra Arap bayrağını indirdiler ve yerine kendi bayraklarını çektiler. Bugünden sonra İstanbul’dan hiçbir haber alamadık. Yalnız, mütareke (Mondros Mütarekesi) ilan edildiğini atılan toplardan anladık.
…Beyrut’ta bir hayli Türk aileleri vardı. O sırada Şam’daki Hilâl-i Ahmer (Kızılay) memurlarını İstanbul’a iade için bir vapur göndermişlerdi. Bu vasıtadan istifade eden birtakım aileler vatanlarına döndüler. Yine o günlerde İstanbul’a giden Valdek Ruso kruvazörüyle elli altmış kişiyi gönderdik. Ondan sonra bir nakliye vasıtası bulunamadı ve altı ay boyunca Suriye’nin her tarafından gelip Beyrut’ta toplanan yüzlerce aileyi geçindirebilmek zarureti hasıl oldu. Bunlardan bazı kişiler bana müracaatla bu işe bakmak üzere, bir heyet seçtiklerini ve benim de bu heyetin başkanlığını almamı teklif eylediler; tabii kabul ettim. Ertesi gün Belediye Reisi Ömer Dauk Efendi ile beraber İngiliz ve Fransız kumandanlarını görüp meseleyi anlattım. Aramızda hâsıl olan anlaşmaya dayanarak, İngiliz ordusundan yağ, şeker, pirinç, un, patates ve sabun gibi şeylerin her ay benim imzamla alınıp Türk ailelerine dağıtılmasına karar verildi ve komisyonumuzun teşekkülü de resmen tasdik edildi. Yüzlerce ailenin hayatını bu şekilde temin etmesine muvaffak olduk.
Fakat aylar geçiyor ve İstanbul’a dönmemize imkân görülmüyordu. Benimle temas eden İngiliz Merkez Kumandanı Albay Tomson, “İngiltere’ye dönmek için İskenderiye’de vapur bekleyen birçok zabitlerimiz var. Bunları bile vatanlarına iade edemiyoruz. Nerde kaldı ki sizi gönderelim. Biraz daha sabrediniz” diyordu. O zaman Fransa’dan Beyrut’a gelen Cizvitlerin büyükleri Per Şantor’dan istifade edebileceğimi düşündüm.
…Şantor’u görerek Beyrut’a bir vapur göndermesi için Mareşal Allenby’e müracaatta bulunmak hususunda Fransız valisini ikna etmesini rica eyledim. Per Şantor, bu işin olmasına son derecede gayret edeceğini vaad ile hemen valiyi görmeye gitti ve daha sonra evime gelerek yazdırdığı telgrafın suretini de getirdi.
Bir hafta sonra Albay Tomson’un beni aradığını söylediler. Kendisini gördüğüm zaman “Maksadınız hâsıl oldu. Ellenga vapuru sizleri İstanbul’a götürmek için üç gün sonra Beyrut’a gelecek. Siz de hazır olunuz ve eşyanızı rıhtıma naklediniz” demişti. Derhal vatandaşları haberdar ettik ve eşyalarımızı taşımaya başladık. Vapur da geldi yanaştı; kocaman bir transatlantik!
Her ailenin elinde fotoğraflı ve lâzım gelen izahatı hâvi bir vesika vardı. …Fakat rıhtımda toplanan eşyayı vapura taşımak bir mesele idi; hamal bulmak ve sonra birçok para vermek lazımdı. Tomson da vapurun o akşam hareket edeceğini ileri sürerek eşyanın hemen vapura naklini istiyordu. Şaşırıp kalmıştık. Bir an için düşünüp çare buldum ve “Ben bu eşyayı iki saat içinde vapura naklettiririm, fakat siz hiçbir itiraz etmeyecek ve uzaktan seyirci kalacaksınız” dedim. Tomson güldü ve “Muhammed’in yeni bir mucizesini mi göstereceksiniz?” cevabıyla mukabele etti. “Evet! Çok iyi keşfettiniz! Ben de Muhammed’in bir mucizesini size göstermek istiyorum” cevabını verdim. “Pekiyi, hiçbir itiraz etmem” dedi.
İngiliz ordusunun yüklerini ve ağırlıklarını taşımak için yüzlerce Mısırlı hamal vardı. Bunların çavuşları olan eli kamçılı bir Arap orada bulunuyordu. Yanına giderek ve bizim Müslüman ve muhacir olduğumuzu bildirdikten sonra eşyamızın vapura nakli için maiyetindeki hamallara emir vermesini rica ettim. Adamcağız derhal avazı çıktığı kadar bağırarak; “Bakınız evlâtlar! Amcamız (!) bize ne teklif ediyor. Bu eşyalar şimdi vapura taşınacak; biz de Müslüman kardeşlerimize dinen mecbur ve mükellef olduğumuz yardımı yapacağız!” sözlerini söylemişti ki yüzlerce Mısırlı hamal bir anda …eşyamızı iki saata varmadan vapurun ambarına indirdiler. Tomson hayret ve hiddetle bakıyordu. “İşte Muhammed’in mucizesi!” dedim. Hiçbir cevap vermedi ve oradan çekilip gitti.
Elanga vupuru da tayin edilen saatte hareket etti. Beyrut’ta kaldığım uzun seneler zarfında her sınıf halk ile iyi münasebette bulunmuştum. Başta müftü olduğu halde memleketin ulemâsı ve önce gelenlerinin çoğu bizi uğurlamak için geldiler. Kucaklaştık, ağlaştık…
…Güverteye çıktığım vakit eşyamızı vapura taşıyan Mısırlı hamallarla Beyrutlu binlerce adamın rıhtım üzerinde saflar teşkil edip ve bir bayrak açıp “Allahu yansuru’l İslâm” (Allah İslâm’ı muzaffer etsin) diye bağırdıklarını ve bizimkilerin de vapurdan mukabele ettiklerini gördüğüm zaman elimde olmadan gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı…”.