Küçük kıyametin yıldönümü
Bundan on dokuz sene evvel, memleketin bağrına sönmesi mümkün olmayan bir ateş düştü. Toprağın aniden işitilen uğultusu ile beraber başlayan sarsıntıda onbinlerce can gitti, yuvalar söndü, sonraları hissiyatın başına da bir işler geldi, aylar boyunca hemen her tıkırtıda ayaklara fırladık, derken aradan zaman geçti ve korkularımızı da, endişelerimizi de unuttuk.
Sadece biz unutsak yine iyi; deprem sonrasında alınacağı hemen her gün ve her an tekrar edilen tedbirlerin çoğu bir yana bırakıldı, yapılan hazırlıklardan neredeyse vazgeçildi, depreme dayanıksız binaları elden geçirmek maksadıyla başlatılan kentsel dönüşüm bile bazı yerlerde rant kavgası hâlini aldı...
Unutmayalım: Marmara Bölgesi’nin başında her 250 senede bir mutlaka çöken bir zelzele belâsı vardır. Zamanı geldiğinde bir defa olsun gelmemezlik ettiği görülmemiştir; gelir, vurur, yıkar, canlar alır, azabın bin türlüsünü tattırır ve 250 sene sonra tekrar teşrif etmek üzere çekip gider!
Bu, İstanbul’un bilinen tarihi boyunca, Bizans’ın tâââ ilk zamanlarından buyana hep böyle olmuştur. Kendini göstermeye milâttan asırlar önce başlamış, tarihin yazılmaya başladığı devirlerdeki bütün ziyaretleri kayda geçmiş ve Osmanlı zamanının Türk İstanbul’unu da defalarca perişan etmiştir.
Şehrin 1509’da ve 1766’da yaşadığı büyük âfetler hep bu 250 senede bir gelen belânın eserleridir ve sarsıntılar öylesine şiddetli olmuştur ki tâââ Mısır’dan ve Kırım’dan bile hissedilmişlerdir.
“BEKLEYİN, GELİYORUM” DEDİ
1999 depremi, en son 1766’da uğrayan ve iki buçuk asır sonra mutlaka tekrar edecek olan bu derdin bir ön hazırlığı, gıdıklaması, “Bekleyin, geliyorum” mesajı idi!
Tarihler 250 senelik periyodda ufak-tefek değişikliklerin görüldüğünü, yani depremin beklenenden birkaç sene önce yahut sonra olabildiğini ama mutlaka geldiğini yazarlar...
1766’da sonrasının periyodu 2016’da tamamlandı ve şimdilerde meş’um uzatmaları oynuyoruz!
Gönül, bilimin depremin zamanını tam olarak tâyin edebilmesini arzu ediyor ama mümkün değil; deprem hocalarının herbiri zaten başka şeyler söylüyorlar, ufak çaplı sarsıntıların merkezi, büyüklüğü ve şiddeti hususlarında bile anlaşamıyorlar ve mutlaka yapılması gereken bir iş, bütün bu hay-huy arasında kaynayıp gidiyor:
Tarihçiler ile deprem uzmanları arasında çoktan başlamış olması gereken işbirliği...
Deprem geçmişimiz konusunda tarihçiler bugüne kadar hayli çalışma yaptılar ama son senelerde çıkan iki kitap, Deniz Mazlum’un “1766 İstanbul Depremi” ile Sema Küçükalioğlu’nun “1894 Depremi ve İstanbul”, bu çalışmaların şimdiye kadar ortaya konan en mükemmellerini teşkil etti...
Aslında, bu kalitede daha başka eserler yazılmasına imkân sağlayacak bir ortak proje de hazırlanmıştı ama uygulanmasına her nedense fırsat verilmedi...
Çalışmanın temelini tarihçiler ile deprembilimcilerin biraraya gelerek 1766 zelzelesinin ayrıntılarını ve geleceğe yönelik projeksiyonlarını ortaya çıkarma çabası teşkil ediyordu. Proje ciddî bir şekilde hazırlandı, birkaç sene önce TÜBİTAK’a sunuldu ve nedendir bilinmez hemen reddedildi!
Deprem meselesindeki manzara-i umumiye işte budur!