Yine Şeb-i Arus'a dair...
GEÇEN gün Şeb-i Arus, yani Mevlânâ’nın vefat yıldönümü hakkında yazdım; sadece Şeb-i Arus’un değil Mevlevî kültürünün de çığrından çıkartıldığından, panayıra çevrildiğinden, sünnetlerde ve düğünlerde bile semâ edilir olmasının tatsızlığından ve Mevlânâ’nın isminin ticarî bir metâ hâline getirilmesinden bahsettim.
Mevlevî olduklarını söyleyen zamâne üstadlarından ve dervişlerinden bazıları yazdıklarıma hiddet buyurmuşlar, iki gündür e-mailler gönderiyor, demediklerini bırakmıyor ve her zaman işittiğim bir yâveyi tekrarlıyorlar:
Yaptıkları iş gönül işi imiş, sadece ilimle olmazmış!
Bu tuhaf suçlama eskiden de yapılırdı ve söyleyenler “Tamam, bu işler sadece ilimle olmaz ama ilimsiz de hiç olmaz” cevabını alırlardı...
Şimdi, “gönül işi” kisvesi altında yapılan Mevlânâ pazarlamasının asıl sebebini ve şimdiki vaziyetini anlatayım:
TÂC GİTTİ, SİKKE GELDİ
Mevlevîliğin bugün bu derece rağbet görmesinin ardında, musikisinin ve âyininin, yani “semâ”nın cezbedici ve gösterişli olması yatar. Başka hiçbir tarikatin âyini bu kadar renkli değildir, Mevlevî kültürü bugün bu yüzden hem konser, hem gösteri vasıtası olmuştur; ağzı biraz olsun lâf yapabilenlerin de saatlerce ve günlerce konuşabilmelerine sermaye teşkil etmektedir. Daha önce başka tarikatlere kapılanmış ve hattâ “şeyhliklerini” ilân etmiş olan zevâttan bazılarının kendi tarikatlerinin tâcını çıkartarak son senelerde başlarına bir sikke geçirip posta oturmalarının sebebi de budur: Mürid toplama hevesi, hayran kitlesi yaratma merakı ve âyin yapmak için yurt dışına gitme ihtimali...
Yarım asır öncesinin henüz “ticarîleşmemiş” bir Şeb-i Arus’u.
Adam yahut hatun kanal kanal dolaşıp Mevlânâ’dan bahsediyor ama ne bahsetme! Güya, Mevlânâ’nın sözlerinden örnekler veriyor, “Hazret- i Pîr, Mesnevî’sinde şöyle buyurmuştur” diyor, Mesnevî’yi açıp bakıyorsunuz öyle birşey yok! Bu kadarla da kalmıyor, Mevlânâ’ya atfen uydurduğu yâveyi yorumlamaya kalkıyor ve netice: Ortada ne “Mevlâna” kalıyor, ne de Mevlevî düşüncesi! “Mevlânâ” olduğu söylenen ama onunla hiçbir alâkası bulunmayan hayâlî bir şahsiyet ile yine hayâlî, sadece Mevlevîliğin değil, dinin bile dışında olan bir takım tuhaf, garip ve saçmasapan ifadeler var, o kadar.
ÂYET UYDURANI DA VAR!
Bu oyun son zamanlarda daha da çığrından çıktı; Mesnevî’de vârolduğu iddia edilen beyitler ve sözler uydurma işi de geride kaldı ve hızını alamayıp aşka gelerek “âyet uydurma” seviyesizliğine kadar indi!
Bilirsiniz: Mevlânâ’nın bütün eserleri Farsça’dır, bu eserlerde bazı Arapça olarak pasajlar da vardır ama Arapça ifadeler metinlerin tamamına bakıldığında çok az bir yer teşkil ederler.
Bir başka tuhaflık da, işte burada: Bugün “Mevlevî Şeyhi” oldukları iddia edilen, yani Mesnevî dersi veren, âyinlerde şeyh postuna oturan ve TV’lerde “Mevlânâ”, “Mevlânâmız” diyen ama Mevlânâ’dan değil, sadece hayallerinden bahseden zevât arasında Mesnevî’yi yahut Dîvân-ı Kebîr’i orijinalinden okuyacak ve anlayıp tercüme edebilecek tek bir kişiyi bile maalesef bulamazsınız! Zira öyle âhım şâhım bir Farsçalar’ı yoktur, Mevlânâ’nın eserlerini Türkçe tercümelerinden alıp pazarlar ama orijinal bir metin gösterildiğinde yahut bir İranlı ile karşılaştıklarında gözlerini semâya, yani gökyüzüne dikip vahiy beklercesine aval aval bakarlar, o kadar!
İşte, sekiz asırlık koskoca bir kültürün geldiği, daha doğrusu getirildiği içler acısı vaziyetin sadece bir kısmı!