Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Enteresan bir dönemden geçiyoruz. Doğu Akdeniz, Sudan’da yaşananlar, Libya’daki hareketlilik, Filistin meselesine ilişkin yeni “çözüm planları”, İran’a yönelik baskılar, bölgede köklü değişikliklerin temellerinin atıldığını gösteriyor.

        Bunların tamamı az ya da çok Türkiye’yi etkileyecek hususlar.

        17 Haziran Pazartesi günü Mısırlıların “dünyanın anası” olarak nitelendirdikleri, insanlık tarihinin en kadim uygarlığı olan Mısır’ın 5 bin yıllık tarihinde “demokratik yollarla iş başına gelmiş ilk Cumhurbaşkanı” Muhammed Mursi, “yabancı taraflar lehine casusluk yapmak” suçlamasıyla yargılandığı davada, mahkeme salonunda hayatını kaybetti.

        Enteresan bir tesadüftür ki Mursi 7 yıl önce, yine 17 Haziran 2012’de Mısır Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turundan zaferle çıkmıştı.

        3 Temmuz askeri darbesine karşı direnişin önemli simgelerinden olan Mursi’nin cenazesi ise sabaha karşı sessiz sedasız şekilde ve sadece ailesinin bazı fertlerinin katılımıyla defnedilebildi.

        Sisi Rejimi, Mursi’nin vefatının toplumda yaratacağı muhtemel etkiden çekindiğini saklamaya gerek duymadan, bu yolu tercih etti.

        Benzer yönetimlerin, bu tür süreçler ve ölümler karşısındaki tutumu tarih boyunca aynı şekilde oldu. Onları korkutan şey ilgili kişinin ölüsü veya dirisi değil; bu isimleri simgeleştiren davaları ve duruşları.

        Mursi de Sisi açısından en önemli semboldü. Mısır’ın seçilmiş Cumhurbaşkanı çıktığı tüm duruşmalarda “meşruiyet” vurgusu yaparak, “Ben seçilmiş Cumhurbaşkanıyım ve hukuksuz şekilde burada tutuluyorum” diyordu. Uluslararası toplum darbe sonrası sessizliğini korurken, Mısır yönetiminin Mursi’yle bu hususta pazarlık ettiği de konuşuluyordu.

        “Sisi’yi cumhurbaşkanı olarak tanı, sonra da senin ve arkadaşlarının tutukluluk sürecini yeniden değerlendirelim” mahiyetinde mesajlar veriliyordu. Zira bu “tanımanın” sembolik anlamı çok büyüktü.

        Türkiye – Mısır ilişkilerinin dahi bugün en temel başlığı budur. Sisi, iki ülke ilişkilerinin yeniden tesis edilmesi noktasında tek şartının Erdoğan’ın “kendisinin Mısır Cumhurbaşkanlığını” tanıması olduğunu düşünüyor.

        Mursi, 2015 yılında avukatı ve ailesi üzerinden yaptığı son sosyal medya paylaşımında; “Hala Mısır Cumhurbaşkanı benim” diyordu. Sisi açısından bunun ortadan kaldırılması gereken bir “sorun” olarak değerlendirildiği yadsınamaz bir gerçeklikti. Mursi’nin vefatı Sisi açısından böylesine sembolik bir “sorunun” çözüldüğü şeklinde düşünülebilir.

        Kahire başta olmak üzere Mısır sokaklarında alınan yoğun güvenlik önlemleri ve cenazeyle milletin buluşmasını önleme amaçlı kararlar bir aksilik çıkmadan uygulanıyor. Zaten Mısır halkının “Arap Baharı”yla yaşanan devrim, darbe, sokak hareketleri sonrası yeniden meydanlara çıkabilecek mecali de kalmadı.

        Mısır medyası Mursi’nin hayatını kaybettiğini haber dahi yapmadı. Sadece yarı resmi Ahram gazetesi 4. Sayfasında “Muhammed Mursi vefat etmiştir” diye bir haber geçti. Eski Cumhurbaşkanı gibi bir ifade bile kullanmadan.

        Türkiye’deki siyasi liderler ve medyanın Mursi’ye ilgisinin Mısır’da duyulmaması için de salı günü öğleden sonra TRT Arapça, Anadolu Ajansı Arapça servisinin internet ve sosyal medya hesaplarına erişim engeli getirildi.

        Muhammed Bin Selman’ı, Muhammed Bin Zayed’i ve Sisi’nin Cumhurbaşkanlığı süresini de referandumla yeniden uzattığı anayasa değişikliğini gözden kaçırmamalı. Zira bu isimler ABD ve İsrail’le birlikte Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika sürecini yönetmeye hazırlanıyor gibi.

        İKTİDAR(!) YOLCULUĞU

        Muhammed Mursi, 25 Ocak Tahrir Devrimiyle iktidardan uzaklaştırılan Hüsnü Mübarek’ten sonra, yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri için adının gündeme gelmesiyle tanınmaya başlandı.

        O sırada Hürriyet ve Adalet Partisi’nin genel başkanı olan Mursi’den önce, Cumhurbaşkanlığı seçimleri için İhvan kadroları arasında karizmatik bir isim olarak bilinen Hayrat Şatır’ın aday gösterilmesine karar verilmişti.

        Şatır’ın adaylığı, “aday olmak için yeterli kanuni şartları taşımadığı” gerekçesiyle reddedildikten sonra, Müslüman Kardeşler Teşkilatı Muhammed Mursi’yi aday gösterdi.

        Mursi’nin o dönem çok tanınmamış ve karizmatik bir isim olmaması sebebiyle seçimlerde pek şansı yok gibi görünüyordu. Hatta kazanması muhtemel adaylar arasında ismi alt sıralarda ancak geçiyordu.

        O dönem çok ses getiren ve iki Cumhurbaşkanı adayı arasında gerçekleştirilen TV münazarası bile Abdülmünim Ebulfutuh (eski İhvan yöneticisi) ve Amr Musa (Arap Birliği eski genel sekreteri) arasında yapılmıştı.

        Mursi daha Cumhurbaşkanı seçilmeden onu bekleyen zorlu süreç kendini göstermişti. Eski Başbakan Ahmet Şefik’le beraber ikinci tura kalmasının ardından yönetimi elinde tutan ordu, yeni Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini kısıtlayan bir kararname yayınlamıştı.

        Mursi, cumhurbaşkanı seçildikten sonra da benzer süreçler devam etti. Başta ordu, yargı ve medya olmak üzere, devletin kurumlarının çoğu devletin en tepedeki ismine karşı adeta savaş açmıştı.

        BİR YILLIK CUMHURBAŞKANLIĞI

        Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanlığı, Ortadoğu’nun en merkezi ülkesi olan Mısır’la birlikte, tüm bölgeyi derinden etkileyecek yeni dengelerin oluşmasına zemin hazırlıyordu.

        İsrail’in Gazze’ye yönelik bombardımanı (2012) karşısında Mısır ilk defa, Refah sınır kapısını kapatan ülke değil, başbakanını Filistinlilerle dayanışması için Gazze’ye gönderen ülke olmuştu.

        Mısır, 25 Ocak Devrimi’nden Mursi’nin cumhurbaşkanlığına uzanan bu dönemde, İsrail’in güvenliğinin esas alındığı Camp David düzeninin bir parçası olmanın utanç kaynağı sayıldığı ve Camp David Anlaşması’ndan çıkmanın tartışıldığı bir ülke olmuştu.

        Mısır bu dönemde, İsrail ile olan doğalgaz anlaşmalarının sıkı şekilde sorgulandığı bir ortam yaşamıştı.

        Mursi’nin seçilmesiyle Mısır, (domino etkisinden çekinen) Suud ve BAE’nin para karşılığında istediklerini yaptırdığı bir ülke olmayacağının işaretini de vermişti.

        Mısır’ın uluslararası alanda ABD, bölgesel düzeyde ise Suudi Arabistan ile yetinmeyeceği, Rusya, diğer BRICS ülkeleri, Türkiye, İran, Çin gibi ülkelerle de ciddi ilişkiler geliştirmeye çalışılan bir süreç başlamıştı.

        3 Temmuz 2013 askeri darbesiyle Mısır Devleti, hem içerde hem de dışarda fabrika ayarlarına geri döndü.

        MURSİ ÖLDÜ MÜ, ÖLDÜRÜLDÜ MÜ?

        İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), Mursi’nin ölümünden sonra, gerekli sağlık şartlarının sağlanmadığı gerekçesiyle sorumluluğu Mısır yönetimine yükledi.

        Müslüman Kardeşler Teşkilatı ise, Mursi’nin hapishane koşullarına işaret ederek, ölüme kasten terk edildiğini savundu.

        İhvan yaptığı yazılı açıklamayla BM’ye, Mısır hapishanelerindeki yavaş ölümlere karşı Mısır yönetimine baskı yapması için çağrıda bulundu.

        Görüştüğüm kaynaklar arasında, Mursi’nin kasten öldürüldüğüne dair güçlü şüpheler olduğunu söyleyenler de oldu. Hatta Mursi’nin “derhal defnedilmesi” yönündeki başsavcılık kararını buna bağlayanlar vardı.

        Bir kaynağım, Muhammed Mursi’nin “Yaser Arafat’ın öldürülmesine benzer yollarla öldürülmüş olabileceğini ve ailesinin hemen gömülmesine kesin bir şekilde karşı çıkması gerektiğini” söyledi.

        Ancak Mısır makamlarının Mursi’nin ölümüyle ilgili herhangi bir soruşturmaya izin vermeyeceği aşikâr. Zira apar topar gömülmesi de bunu gösteriyor.

        Arap basınındaki bazı haberlere göre, Mursi mahkeme önündeki son konuşmasında, hapishanedeki kötü koşullardan ve kendisine yönelik olumsuz uygulamalardan bahsediyor. El Cezire televizyonu Mursi’nin iki ay önce mahkemede “hayatını tehdit eden tehlikelerden” söz ettiğini duyurdu.

        Mısır’daki insan hakları ihlalleri her geçen gün artarken, Mursi’nin ölümüne dair şüpheler de haklı olarak devam edecek. Üstelik ülkenin hapishane koşulları ve uygulamaları konusundaki sicili, soru işaretlerini daha da besliyor.

        Mursi’nin idamla yargılanırken mahkemedeki ölümü, ABD ve Batı’nın “Arap Baharı” diye isimlendirdiği ve her gün dünyaya “demokrasi” hikâyeleri anlattığı bir dünyada “uluslararası hukuk” diye bir şey olmadığını gösterdi bir kez daha!

        Demokrasinin kendi işlerine geldiğinde “elzem” ; çıkarlarını tehdit ettiğinde ise “gereksiz” olduğunu kanıtladı.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar