Eğlenceli bir uzay operası
Marvel Sinematik Evreni (MSE) içindeki en sevdiğim serilerden biridir ‘Galaksinin Koruyucuları’… Öncelikle karakterleri ve mizah duygusuyla öne çıkar benim için. Marvel yapımcılarının sanatsal kontrolü hiç bırakmadığı bir ‘evren’de hiç kolay değildir belki; ama üçlemenin tüm filmlerini yazıp yöneten James Gunn’ın seriye vurduğu kişisel damgayı inkâr etmek açıkçası zordur. Üçüncü film de bunun açık bir kanıtı.
Sinemalarda geçtiğimiz hafta gösterime giren ‘Galaksinin Koruyucuları 3’ (Guardians of the Galaxy Vol. 3), ilk sahnelerinden itibaren bizi Rocket’ın önceki filmlerde pek sözü edilmeyen geçmişine götürüyor. Malum, Bradley Cooper’ın seslendirdiği Rocket duygusallıktan hoşlanmayan, parlak zekâsıyla öne çıkan bir karakterdir ve ekibin en sarkastik, bireyci üyesidir. İkinci filmde, Peter Quill’in babasının peşine düşmesinden pek hoşlanmadığını görürüz. Biyolojik aile arayışı onu rahatsız eder. Belli etmemeye çalışsa da kurdukları alternatif aile, onun için büyük önem taşır. Geçmiş öyküsünde büyük acılar ve travmalar olduğunu hissederiz. Ayrıca rakun olduğunu kabul etmemesi dikkat çekicidir. Peki, rakun değilse gerçekte nedir? Nereden gelir? Asıl önemlisi, onu laboratuvarda süper zeki bir canlıya dönüştürenlerin gerçek amacı nedir? Üçüncü film biraz da bu soruların yanıtları üzerinden gelişiyor.
Her şey Galaksinin Koruyucuları’nın yerleşik hayat sürdürdüğü yeni karargahları Knowhere denilen yerde, Rocket’ın Radiohead’in ‘Creep’ şarkısını dinlemesiyle başlıyor. Peter Quill’in (Chris Pratt) Gamora’yı kaybetmenin şokunu hâlâ atlatamadığını, Rocket’ın da aksiyonun olmadığı sakin ortamlarda hüzün duygusuyla yalnız kalmayı tercih ettiğini görüyoruz. Sonra aniden ortaya çıkan ve Rocket’a saldıran Adam Warlock’un (Will Poulter) sahne almasıyla hikâye şekilleniyor. Süper güçleri olan genç Warlock’un saldırısını epey dayak yeme pahasına zar zor atlatan bizimkiler, Rocket’ın aldığı yaranın çok ciddi olduğunu fark ediyorlar. Rocket’ı kurtarmak için sadece 48 saatleri kaldığını anlayınca, hep birlikte harekete geçiyorlar. Çok iyi korunan Orgolock Şirketi’ne girmenin bir yolunu bulup Rocket’ı tasarlayan mühendisleri bulmaları ve bazı kodları çalmaları gerekiyor. Bu arada, Orgolock Şirketi’nin sahibi olan ve kendi kurduğu Karşı Dünya adlı gezegende yaşayan The High Evolutionary (Chukwudi Iwuji) adlı güçlü kişinin de Rocket’ı ele geçirmek için yanıp tutuştuğunu görüyoruz.
Hikâyenin öne çıkan yanı, başta Peter Quill, Drax (Dave Bautista) ve ağaç adam Groot (Vin Diesel seslendiriyor) olmak üzere ‘bizimkiler’in Rocket’ın hayatını kurtarmak için delice bir cesaretle, akıl dışı işlere kalkışmaları… Öyle uzun uzun plan yaptıkları söylenemez. Akıllarına ne geliyorsa onu deniyor, genellikle doğaçlama takılıyorlar. Tuzak olduğunu bile bile her şeye bodoslamasına dalıyor, istediklerini almaya çalışıyorlar. Özetle, aklı tümüyle bir yana bıraktıklarını görüyoruz. Bu durumun filme baştan sona ayrı bir mizah duygusu eklediğini söylemek gerek.
İlk iki film; yersiz yurtsuz, dışlanmış ve yalnız bireylerden oluşan ekibin genişleyen alternatif bir aileye dönüşmesini konu ediniyordu. Rocket’ın geçmiş öyküsünü bir yana bırakırsak, üçüncü film daha çok aile içi çatışmalar ve sorunlar üzerinden gelişiyor. Bir yanda, Quill’in aşk çıkmazı var. Alternatif bir geçmişten gelen ve Quill’e âşık olan Gamora ile ilgisi olmayan ‘yeni Gamora’ (Zoe Saldana) karşısında zor anlar yaşıyor. Birçok sahnede ergenlik çağında sevgilisi tarafından terk edilmiş gençlerden farkı yok. Kendisini Galaksinin Koruyucuları ekibine değil, Yağmacılar’a ait hisseden sert ve bıçkın Gamora ile Quill’in aşırı duyarlılığı eğlenceli sahnelere vesile oluyor.
Nebula (Karen Gillan), Drax ve Mantis (Pom Klementieff) de ayrı bir çatışma üçgeni oluşturuyorlar. Her koşulda pozitif olmaktan vazgeçmeyen Mantis, bu kez daha açık sözlü ve sinirli biri olarak geliyor karşımıza. Zaman zaman öfke patlamaları dahi yaşıyor. Her daim öfkeli Nebula ile aşırı rahat Drax da sık sık karşı karşıya geliyor.
Önceki filmlerde bebekliği, çocukluğu ve ergenliğine tanık olduğumuz, Groot’u üçüncü filmde genç haliyle görüyoruz. Kendisi dalaşmaların hiç eksik olmadığı ekibin en sessiz ve olumlu üyesi… Eski kaptandan devraldığı sihirli çubuğu nasıl kullanacağını hâlâ öğrenemeyen Kraglin (Sean Gunn) ve Sovyetlerin yıllar önce uzaya gönderdiği konuşan köpek, bir başka komik ikiliyi oluşturuyor.
James Gunn’ı başarılı kılan yanlarından biri, filmde kısa süre alan diğer tüm karakterleri güçlü bir mizah duygusuyla yazabilmesi. Onları büyük bir hızla hikâyenin içine dahil edebilmesi… Gunn’ın sinemasını kişisel kılan bir özellik bu… Başka bir filmde yorucu gelebilecek karakter bolluğu, burada işin en eğlenceli kısımlarından biri haline geliyor. Orgolock Şirketi’nin güvenlik birimi olsun, Karşı Dünya’da karşımıza çıkan orta sınıf banliyö ailesi olsun, her şey filmin zengin ve renkli mozaiğinin bir parçası olabiliyor. Yeri gelmişken, Gunn’ın konuşan veya konuşmayan tüm hayvan karakterler konusunda çok iyi iş çıkardığını belirtelim.
Tabi bir de filmin kötü adamı The High Evolutionary var… Amacını ‘evreni daha iyi hale getirmek için yeni dünyalar kurmak’ olarak özetleyebiliriz. Ama ne yazık ki, her şeyi laboratuvarlarındaki genetik deneylerle yapacağına inanıyor ve kendisini Tanrı yerine koyuyor. En kötü yanı ise hayvan veya insan hiç kimsenin yaşama hakkına saygı duymaması… Bu arada, bir sahnede bazı konularda bizim dünyamızdan esinlendiğini söylüyor. Kaldı ki, model alarak kurduğu Karşı Dünya fazlasıyla Yeryüzü’ne benziyor. Finale doğru, Gunn’ın Nuh peygamberin öyküsüne gönderme yaptığını söylemek mümkün.
Açılış ve finale odaklandığımızda, Gunn’ın uzayın farklı köşelerinden gelen birbirlerinden çok farklı canlıların kardeşlik, eşitlik içinde yaşadığı Knowhere adlı yere yaptığı vurguyu unutmayalım. İlk bakışta kaotik ve düzensiz görünüyor ama herkese kucak açan eğlenceli, kozmopolit ve özgür bir yer aslında. ‘Galaksinin Koruyucuları’ serisinin başından beri en güçlü alt metinlerinden birinin bu kozmopolit ve otorite karşıtı yanı olduğunu düşünüyorum. Kahramanlarımızın ikinci filmde kendini Tanrı yerine koyan Ego’ya karşı mücadele verdiklerini not edelim. Özetle, yine bir tirana karşı savaşıyorlar.
‘Galaksinin Koruyucuları’, Thor’un solo filmleriyle birlikte bilimkurgunun ‘uzay operası’ adı verilen alt türünden gelen bir seri… Gunn’ın, ‘Star Wars’ külliyatıyla modern şeklini alan ‘uzay operası’ türünün renkli, dinamik ruhunu çok iyi yansıttığını düşünüyorum. Hatta ‘Star Wars’ kadar türün ilk örneklerinden biri olarak kabul edilen ‘Flash Gordon’ (1936) seriyalini de aklının bir köşesinde tuttuğuna inanıyorum.
Ortada belki öyle derinlikli bir film yok. ‘Galaksinin Koruyucuları 3’ baştan sona bir CGI filmi; bilgisayarda işlemden geçmeyen belki tek karesi dahi yok. Buna karşılık, çok sıcak, duygusal ve sevgi dolu bir film seyrediyoruz. Ama hemen belirtelim: film, kendi duygusallığıyla dalga geçmesini biliyor… Sonlara doğru aksiyon ve tahribat nasıl yükseliyorsa duygusallık da zirveye çıkıyor ama mizah her şeyi dengeliyor.
Serinin önceki filmlerinde olduğu gibi karakterlerin yolculuk ederken, eğlenirken ve bazen de savaşırken dinlediği şarkılar yine birbirinden güzel. Gunn’ın ilk filmden bu yana Quill’in anne sevgisiyle koşut olarak işlediği popüler müzik merakını serinin alametifarikalarından biri haline getirdiği açık... Bu şarkılar bizden hayli farklı görünen karakterlerle duygusal köprü kurmamızı da kolaylaştırıyor.
Sonuç olarak, sizi iddialı bir hikâye beklemiyor ama özellikle süper kahraman filmlerini sevenlerin 2.5 saat boyunca hiç sıkılmayacağına ve iyi vakit geçireceğine eminim.
7/10