Duygu Sağıroğlu'nun ardından…
Sinemamızın usta yönetmenlerinden, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema – TV Bölümü’nün efsane hocası ve Türk tiyatrosunun önde gelen dekor tasarımcılarından Duygu Sağıroğlu’nu kaybettik…
Hem sinemamız hem tiyatromuz için yaşayan bir tarihti Duygu Sağıroğlu. Çok yönlü bir sanatçı, gerçek bir aydındı.
Galatasaray Lisesi’nde okuduğu yıllarda Tiyatro Kolu’na girdi. Resme olan ilgisi nedeniyle dekora yöneldi. Henüz hiçbir eğitim almadığı bir alanda lise çağında öylesine iyi işler çıkardı ki Türk Tiyatrosu’nun duayen ismi Muhsin Ertuğrul’un dikkatini çekti. Genç yaşta dönemin en iyi tiyatrocularının aralarında paylaşmakta zorlandığı bir dekor tasarımcısıydı artık… Gerektiğinde afiş de tasarlardı. O yılların tiyatro hayatına damgasını vuran, kurucularından biri olduğu Cep Tiyatrosu’nun sahnesini tasarlayıp kendi elleriyle inşa eden de oydu.
Lise sonrası İTÜ Mimarlık Fakültesi’ne girdi. Orada aldığı mimarlık eğitiminin hayata ve sanata bakışı üzerinde derin etkileri olduğunu söylerdi hep… Belki çok başarılı bir mimar olacaktı ama sadece tiyatrocuların değil sinemacıların da dikkatini çeken bir sanatçıydı artık. 1959 yılında Atıf Yılmaz’ın yönettiği, senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı, Halit Refiğ’in reji asistanı olduğu ve müziğini Ruhi Su’nun yaptığı ‘Karacaoğlan’ın Kara Sevdası’ filmiyle sinemaya geçti. Kamera arkasındaki ‘tarihi kadrosu’yla dikkat çeken bu filmde işini yine hakkını vererek yaptı ve Yeşilçam’ın aranan sanat yönetmenlerinden biri oldu.
1963’te aldığı bursla ABD ve Avrupa’da opera dekoru üzerine çalıştı. 30’lu yaşlarının başlarında Türk tiyatrosunun önde gelen dekor tasarımcılarından biriydi ama sinema aşkı giderek ağır basıyordu. Sanat yönetmeni olarak çalıştığı filmlerin senaryo çalışmalarına katılıyor ve sinemaya giderek daha çok ısınıyordu.
1965’te senaryosunu da yazdığı ilk filmini yönetti. Anadolu’dan İstanbul’a gelen ve yaşam mücadelesi veren bir grup insanın hikâyesini anlatan ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden izler taşıyan ‘Bitmeyen Yol’, 1960’ların en iyi yerli filmlerinden biri olarak belleklerde iz bıraktı.
Bugün Türk sinemasının klasiklerinden biri olarak kabul edilen bu filmin seyirciyle buluşması ne yazık ki 2 yıl boyunca engellendi. Sansür kurulu, Türk köylülerinin yoksul gösterilmesinden, özellikle de yamalı giysilerinden rahatsız olmuştu. Oysa Sağıroğlu, gerçekçi olabilmek adına ekibini Haydarpaşa Garı’na göndermiş ve İstanbul’a yeni gelen köylülerin üstlerindeki giysileri film için özel olarak satın aldırmıştı…
Duygu SağıroğluYıllar sonra verdiği söyleşilere baktığınızda, aynı yıl çektiği ve başrolünde Yılmaz Güney ile Selma Güneri’nin oynadığı ‘Ben Öldükçe Yaşarım’ı filmografisinin önemli işlerinden biri olarak değerlendirdiğini görürsünüz. Öyküsünü Anadolu’dan çalınıp götürülen tarihi eserler üzerine kurduğu ‘Kanlı Mezar’ (1966) da değer verdiği filmlerdendir ama gişelerde başarılı olamaz. ‘Nuh’un Gemisi’ (1966) ise olumsuz anlamda kariyerinin kırılma noktasıdır. Biçimsel açıdan deneme niteliği taşıyan bir arayış filmidir bu… O yıllarda Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Memduh Ün, Halit Refiğ, Metin Erksan gibi yönetmenlerle birlikte Ulusal Sinema akımının savunucuları arasındadır Sağıroğlu. Teorisini pratiğe dökmek, ‘Nuh’un Gemisi’nin sinema dilini Osmanlı resim geleneği üzerine kurmak ister. Tüm filmi 35mm objektifle çeker; minyatür formundan yola çıkarak derinliği, perspektifi olmayan kadrajlar yapar; yakın planlardan uzak durur. Sonraki yıllarda bunun doğru bir karar olmadığını, en çok da elindeki hikâyenin görsel olanaklarını sınırlamış olduğuna üzüldüğünü söyleyecektir. Sonuçta, seyircilerin hoşlanmadığı, gişelerde başarısızlıkla sonuçlanan bir film olur ‘Nuh’un Gemisi’… Sonraki işlerinde, yapımcıların da zorlamasıyla kendi deyimiyle ‘piyasa sineması’na yönelmek zorunda kalır. ‘Seni Affedemem’i (1967), ‘Nuh’un Gemisi’nin tam karşıtı bir sinema diliyle çeker. Sonraki yıllarda görsel denemelerden uzak durur. Ama özenli kadrajları ve çekimleriyle biçimsel anlamda hep sağlam filmler çeker. 1976’ya kadar sektörün içinde yönetmen olarak çalışmaya devam eder; gişede başarılı filmlere imza atar. Her filminin senaryosunun son halini bizzat kendisi verir. Ama aklında, sanatsal kontrolün her şeyiyle elinde olduğu ‘auteur’ sineması vardır hep. Türk sinemasında işlerin kötüye gittiği bir dönemde, yönetmenliği bırakmaya karar verir. Yeniden tiyatroya döner… Ama çok şükür, sinemayı tümüyle bırakmaz. 1979’da o zamanlar Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne bağlı olan Sinema/TV Enstitüsü’nde dersler vermeye başlar. Birikimlerini öğrencileriyle paylaşır. Yıllar boyunca devam ettiği bu dersler, farklı kuşaklardan öğrenciler üzerinde derin izler bırakır. Öğrencileriyle tanışıp konuştuğunuzda, ‘Duygu Hoca’larını ne kadar çok sevdiklerini ve ona ne kadar büyük bir saygı duyduklarını hemen hissedersiniz. Yönetmen Serdar Akar da bu öğrencilerden biridir…
Serdar Akar’la ilk tanıştığımız yıllarda; bana uzun uzun Duygu Sağıroğlu’nun dramatik yapı üzerine verdiği derslerden ve zihin açıcı tespitlerinden söz ederdi. Duygu Sağıroğlu ile sonraki yıllardaki karşılaşmalarımızda ondan ders alamamış olmanın açığını kapatmak için olsa gerek hep dramatik yapı üzerinde konuştuğumu hatırlıyorum. Öğrencisi değildim belki ama o benim de Duygu Hocam’dı sonuçta…
Aslına bakarsanız, Duygu Sağıroğlu ile çok genç bir yaşta tanıma ayrıcalığına kavuşmuştum. Oğlu Aliş Sağıroğlu, Galatasaray Lisesi’nden arkadaşımdı. Aliş’in evine ilk kez gittiğimde babasının Duygu Sağıroğlu olduğunu bilmiyordum aslında. Kütüphanesindeki kitapları, duvarlardaki resimleri ve plak koleksiyonunu görür görmez, evden çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Tiyatro ve sinemaya olan ilgimi bilen Aliş, ‘Aslında babamla tanışman iyi olur’ demişti o gün… Sadece benim için değil, Aliş’in birçok arkadaşı için çekim merkeziydi galiba o ev... Orada buluşup konuşmayı, zaman geçirmeyi çok severdik. Sağ olsun, babasından aşağı kalmayan bir entelektüel olan Aliş de çok iyi bir ev sahibiydi. Lise ve üniversite yıllarında o eve defalarca gittiğimi anımsıyorum. Şimdilerde Galatasaray Üniversitesi’nde felsefe dersleri veren Aliş’le yaptığımız edebiyat, resim ve müzik sohbetleri hâlâ aklımda… Duygu Sağıroğlu ile evinde sadece iki ya da üç kez karşılaşmıştım. Üniversite yıllarında onlarda kaldığım bir akşam, Kemal Tahir üzerine konuştuğumuzu ve sinemayla ilgili sorularıma sabırla yanıt verdiğini hatırlıyorum. Sonra o evde keşfettiğim bestecilerden biri olan Aram Haçaturyan’ı dinlemiştik sessizce. Hiç unutamadığım bir akşamdı.
Sinemadan sonra yeniden döndüğü tiyatro sahnelerinde yine çok önemli başarılara imza attı, birçok ödül kazandı Duygu Sağıroğlu. Sahnede yaşayan, kendi deyimiyle ‘oyuncular gibi oynayan’ dekor tasarımlarına imza atardı.
Nasıl bir dekor tasarımcısı olduğunu öğrenmek isterseniz, 2007’de İstanbul Film Festivali’nden Onur Ödülü aldığı yıl Başar Sabuncu’nun onun hakkında yazdığı ‘Benim Duygu’m’ başlıklı yazıyı okumanızı öneririm. Sağıroğlu gibi tiyatro ve sinema alanında çalışan, her iki disiplinde de yönetmen olarak önemli eserler veren ve ne yazık ki aramızdan çok erken ayrılan sevgili Başar Sabuncu şöyle yazmıştı onun için:
‘Kendisiyle tanışmadan çok önce yüz yüze geldim Duygu Sağıroğlu ile. İki karışlık sahnelerde yüzdürdüğü gemilerde yolculuk ettim; bilmem hangi çer çöple yarattığı gecekondu mahallelerinde gezindim; bahçelerinde soluklandım; yağdırdığı yağmurlarda ıslandım... ‘İki kalas’a, ‘heves’in çok ötesinde bir yaratıcılıkla can verendir o. Onunla tiyatro sahnelerimiz boyalı bezler gerili kereste yığınlarının kuşatmasından sıyrılmış, hayal gücümüzü kışkırtan büyülü alanlara dönüşmüştür. Duygu dekor ‘inşa etmez’; oyunla soluk alıp verir... Onun ‘dekoru’, oyun seyirci önüne çıktığında bile bitmemiş bir sürecin sonuncu adımıdır olsa olsa; bir ‘sonuç’ değil.’
Sadece bu satırlardan dahi yalnızca sinemamızın değil, Türk tiyatrosunun da çok önemli bir ismini kaybettiğini görmemiz mümkün.
Beş altı yıl önce tümüyle bir tesadüf eseri, Galatasaray Lisesi’nde Duygu Sağıroğlu ile aynı numarayı paylaştığımızı anladığımda çok mutlu oldum. 8 yıl taşıdığım numara o günden sonra daha anlamlı geldi bana…
Duygu Sağıroğlu ömrü boyunca düşünceleri ve eserleriyle benim gibi birçok kişinin hayatına dokunabilen, çok sevilen ve saygı duyulan bir isimdi. Aramızdan ayrılsa da onu sevenlerin hafızasındaki hayatı hiç bitmeyecek…
Başta oğlu Aliş olmak üzere tüm yakınlarının, öğrencilerinin, sinema ve tiyatro camiamızın başı sağ olsun…