Başkarakter olma sırası ona geldi
Vampir komedilerinin sayısı, 2000’li yıllarda da pek azalmıyor. Bu filmlerin bir kısmı, Batı’da ‘gore’ diye anılan şiddet dolu, bol kanlı mizah fikrine yaslanıyorlar. ‘Renfield’ de onlardan biri. Diğer filmlerden ayrışan ilk yanı, düşük bütçeli bir B filmi olmaması… Kuşkusuz ait olduğu alt türün doğası gereği B filmi estetiğinden izler taşıyor ama son tahlilde, geniş kitleye hitap eden iddialı bir Hollywood yapımı duruyor karşımızda.
Senaryosu Robert Kirkman ve Ryan Ridley’nin imzasını taşıyan ‘Renfield’, Kont Dracula’yı (Nicolas Cage) ikinci karakter haline getirip, hikâyenin merkezine yardımcısı Renfield’i (Nicholas Hoult) yerleştiriyor ve ikisi arasındaki toksik ilişkinin keşfine çıkıyor. Bir karakter dramı gibi görünse de psikolojik derinlikten ziyade ironik bir yaklaşımla yapıyor bunu…
Filmin ilk bölümünde Renfield’in, baskın karakterli insanlarla sorunlu ilişkiler yaşayanların oluşturduğu bir terapi grubuna katıldığını görüyoruz. ‘Adsız Alkolikler’i model alan gruptaki katılımcılar, başka tür bir bağımlılığın üstesinden gelmeye çalışıyor; kendilerine hükmedenlerden kurtulmayı hedefliyorlar. Yüzünüzde bir gülümsemeyle izlediğiniz sahneler bunlar… Dracula’nın hizmetkârının, kendi kişiliğini bulmak için modern grup terapi yöntemlerine başvurması, ilk sahnelerden itibaren filmin mizahına dair umut veriyor. Dracula’yı modern dünyanın içine atan ve neler yaşayabileceğini keşfe çıkan onca filmden sonra yardımcısı Renfield’in başkarakterliğe terfi ettiği bir öykü izlemenin parlak fikir olabileceğini düşünüyorsunuz. Bu arada, narsisist efendisinin acımasızlığına, zorbalığına, benmerkezciliğine karşın Renfield’in vicdanlı, merhametli ve yardımsever biri olması, öyküye bir katman daha ekliyor.
Ne var ki, film tüm bunları kenara koyup hikâyesini farklı bir güzergahtan geliştirmeyi tercih ediyor. Reinfeld, dürüst polis memuru Rebecca’nın (Awkwafina), şehri yöneten Lobo ailesine ve rüşvetçi meslektaşlarına karşı verdiği onurlu savaşın orta yerinde buluyor kendini. Rebecca ile ilişkisi, terapi grubundan daha iyi geliyor ona ve Dracula’nın yerle bir ettiği özgüvenini kazanmasına yol açıyor. İşte tam da buralarda, film her şeyiyle alışageldik anlamda bir iyi – kötü mücadelesine dönüşüyor. Üstelik, vasat bir iyi – kötü savaşı bu… İşin içine biraz duygusallığın yanı sıra peş peşe gelen dövüş ve çatışma sahneleri üzerinden bol miktarda aksiyon ekleniyor. Bu arada, böcek yiyerek süper güçler kazanan Renfield’in dövüş sahnelerinde süper kahramanları aratmayan bir performans çıkardığını belirtelim. Yaş sınırlaması derdini tümüyle bir yana bırakan ‘bol şiddet, bol kan’ yaklaşımını eklediğinizde, ortaya 1990’lı yıllar sinemasını akla getiren bir türler füzyonu çıkıyor: CGI desteğinde abartılı, kanlı şiddet; romantizm, komedi, suç, polisiye, aksiyon ve süper kahraman motifleri, vampir öyküsünde bir araya geliyor. Bu füzyonda ihmal edilen nokta, başlangıçta tadımlık olarak sunulan ve hakkı verilemeyen karakter dramı… Oyuncuların katkısıyla ironi duygusu iyi kötü sürdürülüyor belki; ama hikâyenin umut vadeden parlak yanları hakkıyla geliştirilemiyor.
‘Renfield’, eğlenceli ve komik sahnelere sahip ama bağımlılık ilişkisine dair kayda değer şeyler söyleyemiyor. Dracula – Renfield ilişkisi, zorba – mağdur ilişkisinin ötesine geçemiyor. Ayrıca Renfield’in karakter değişiminin iyi yazıldığını söylemek mümkün değil. Dracula’nın çevresindeki modern dünyayla hiçbir bağ kurmaması, öykünün zayıf yanlarından biri. Dracula türün birçok filminde gördüğümüz, karanlık ve sofistike yanları olan tutkulu vampirlerden biri değil. Sadece açlığını gidermeye, hayatta kalmaya çalışan bir canavar. Filmin ikinci yarısında geliştirdiği dünyayı ele geçirme planı da onu ilgiye değer biri haline getirmiyor. Aslına bakarsanız, Renfield’in yüz yıllar boyunca neden Dracula’ya bağlı olduğu ve ondan kurtulma şansını neden kullanmadığı sorularına tatmin edici yanıtlar yok. Evet, Dracula kanıyla ona hayat veriyor. Süper güçlerinin kökeninde de Dracula var… Peki, bağımlılık, lütufkârlığından mı geliyor? Uğruna ailesinden uzaklaştığı Dracula’nın sağlığına kavuşması için gösterdiği onca çabanın nedeni korku mu? Yalnız kalma endişesi mi, yoksa güce tapınma mı? Bu sorular uzatılabilir ama film her şeyi basitçe özgüvensizliğe bağlamayı tercih ediyor. Kaldı ki, senaryo yazarları ile yönetmen için dövüş ve aksiyon sahneleri, bu soruların yanıtlarından daha önemli.
Açılışta Dracula ve yardımcısını Tod Browning’in 1931 yapımı ‘Dracula’ filminden bir karenin içine yerleştiren yönetmen Chris McKay, Renfield’in anlatıcılığında hoş bir başlangıç yapıyor filmine. Ama belirli bir yerden sonra her şeyi gore ve aksiyona bağlıyor.
‘Fazla fazla oynamayı’ her zamanki gibi kendine yakıştıran Nicolas Cage, CGI katkısıyla yer yer yüzüne bakmakta zorlanacağınız rahatsız edici bir halde çıkıyor karşımıza. Özellikle sivri ve küçük dişleriyle en korkunç görünümlü Dracula’lardan birini canlandırıyor. Nicholas Hoult ile Awkwafina’nın kimyalarının tuttuğunu düşünenler çıkar mı bilmiyorum ama sonuçta, ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar. Dracula – Renfield tarzı başka bir toksik ilişki yaşayan dominant anne ve zayıf karakterli oğulda Shohreh Aghdashloo ve Ben Schwartz da eğlenceli performanslar çıkarıyorlar.
Ortalama bir vampir komedisi olduğunu düşündüğüm ‘Renfield’in ABD’de bazı eleştirmenlerden çok olumlu tepkiler aldığını da belirtelim.
5/10