Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Keşfet

Disney, 2014 yapımı ‘Malefiz’de (Maleficent), ‘Uyuyan Güzel’ (Sleeping Beauty - 1959) filminin kötü kalpli karakteri Malefiz’i yeni bir bakış açısıyla ele almış; masumiyeti kötülüğe yönlendiren sürece odaklanmıştı. DC Comics, 2019’da benzer bir ‘işlemi’ Batman’in ezeli düşmanı Joker’e uygulamıştı. Her iki film de karakterlerin geçmiş filmlerdeki zalim imajlarına farklı gözle bakmamızı sağlamış, iyilikle kötülük arasındaki sınırı muğlaklaştırmıştı. Zalimliğin nedenlerini bulmak isteyen ‘Cruella’ da aynı hedefe sahip bir film.

Disney, Malefiz’den sonra bu kez ‘101 Dalmaçyalı’ filmlerinin unutulmaz kötü kalpli karakteri Cruella De Vil’in kökenlerine dönüyor. İngiliz yazar Dodie Smith’in 1956 tarihli ‘101 Dalmaçyalı’ romanında karşımıza çıkan Cruella De Vil, yumuşak kürkleri için Dalmaçyalı cinsi yavru köpeklerin peşine düşen zengin bir kadındır. Animasyon olsun olmasın, Disney’in ‘101 Dalmaçyalı’ filmlerinde, yavruların masum şirinliğiyle kibirli Cruella’nın zalimliği arasındaki kontrast çarpıcıdır. Sadece animasyonlarda değil, karakteri Glenn Close’un canlandırdığı filmlerde de Cruella hep ‘karikatürize’ bir kötüdür. Beden diliyle öne çıkar. Grafik anlamda akılda kalır. Başarısızlıkla sonuçlanan kötülükleri genellikle bizi eğlendirir, güldürür. Karanlık, gizemli ve merak uyandırıcı olan Malefiz ile Joker’in aksine ondaki kötülük daha az korkutucudur.

İşte bu yüzden, Cruella’nın geçmiş hikâyesini anlatan bir filmin dramdan ziyade komediye ağırlık vermesi şaşırtıcı değil. Bazı trajik olaylarla karşılaşsak da daha ilk anlardan eğlenceli bir filmin içinde olduğumuzu anlıyoruz.

Küçük Cruella ya da o yıllardaki adıyla Estella, özellikle okul bölümünde Tim Burton filmlerindeki ‘karanlık ama şirin’ kız çocuklarını hatırlatıyor. Okuldan atılması ve peşinden gelen trajik olayın ardından Londra’ya gelip bir yetim olarak çocuk hırsızlar çetesine katılması ise Charles Dickens romanlarını getiriyor akla. Genç Estella’nın (Emma Stone) dönemin moda ikonu Barones’in (Emma Thompson) yanında çalışmaya başlamasıyla filme bu kez bir ‘Şeytan Prada Giyer’ (The Devil Wears Prada – 2006) havası geliyor. Ama o da çok uzun sürmüyor. Bir müddet soygun filmi gibi ilerledikten sonra 1970’lerin punk ruhuyla birlikte bir karakter değişim öyküsü haline geliyor ve Cruella – Barones rekabetiyle kendi havasını buluyor.

Film, çocukken dahi kötülük ve zorbalık karşısında pes etmeyen, güçlü, iyi kalpli Estella’nın Cruella De Vil’e dönüşmesinin hikâyesini anlatıyor ama Malefiz ile Joker’in aksine ‘karakterin’ popüler kültürdeki bildik imajıyla tutarlı bağlar kuramıyor. Kendi adıma konuşursam, bu filmde çocukluğunu, gençliğini görüp tanıdığım Estella’nın ‘101 Dalmaçyalı’ serisindeki zalim ve açgözlü Cruella De Vil karakterine bağlanabildiğini pek düşünmüyorum. Hazırlıklarına şimdiden başlanan ikinci filmde ne yaparlar bilmiyorum ama Estella’nın sırf kürkleri için yavru Dalmaçyalıları ele geçirmeye çalışan iflah olmaz derecede kötü kalpli bir insana dönüşmesi bana pek inandırıcı gelmedi.

Öte yandan, bu durumu filmin eksi puanı olarak değerlendirdiğimi söyleyemem. Cruella De Vil, kadim masallardaki mutlak kötülüğü yansıtan eskimiş bir karakter. Disney en doğrusunu yapıp hikâyeyi ’sıfırlıyor’; masumiyetini kaybeden yeni bir Cruella sürüyor önümüze.

Asıl sorun, birkaç sahne hariç filmin duygusal olarak çok etkili olamaması galiba... Her zaman onların tarafını tutmasak da Joker ve Malefiz’le aramızda hep bir bağ vardır. Burada ise iki çocukluk arkadaşı Jasper (Joel Fry) ve Horace’ın (Paul Walter Hauser) yaşadığı gibi bizim de Estella ile aramızdaki duygusal kontak ve iletişim kopuyor.

Böylesi dönüşüm ya da ‘karanlık tarafa geçme’ öykülerinin dramatik olarak bence biraz daha derinlikli yazılması gerekir. Filmin künyesine göre en az 5 ayrı kişinin elinden geçen öykü ve senaryoda ne yazık ki böyle bir derinlik göremedim. Belki de en baştan öyle bir hedef konmamış sanki… Buradaki sorun, sofistike bir dönüşüm öyküsünün ‘hafif ve eğlenceli’ bir ambalajla pazarlanmak istenmesi gibi geliyor bana. İşte bu yüzden, yönetmen Craig Gillespie’nin kafasında ‘resimli roman’ tarzında ilerleyen karanlık bir komedi olduğu kesin.

Cruella’ daha ilk anlarından itibaren hareketli kamera kullanımı, geniş açı objektifleri, enerjik kurgusu ve şahane dönem şarkılarından oluşan ses kuşağıyla dikkat çeken bir film. ‘Ben, Tonya’da (I, Tonya - 2017) kurguyu filmin dramatik anlamıyla bütünleşen bir şekilde kullanmıştı Craig Gillespie. ‘Cruella’da ise her biri tablo gibi düşünülmüş sahne tasarımlarıyla geliyor karşımıza. Prodüksiyon tasarımcısı Fiona Crombie ve görüntü yönetmeni Nicholas Karakatsanis ile hayli özenli ve detaylı bir çalışma yaptığını görüyoruz. Karakterler kadar mekânları öne çıkaran ve yer yer alan derinliğini kullanan lenslerle çalışması, filmin resimsel yanını daha da vurguluyor. Gillespie birçok sahnede uzun çekimlere başvuruyor. Sözgelimi, Cruella’nın işe başladığı moda evinde geçen ilk sahne, özel efekt desteğiyle çok uzun bir ‘tek çekim’ gibi geliyor karşımıza. Cruella – Barones rekabetinin dönemin yazılı basınındaki manşetlere nasıl yansıdığını gösteren sahnelerde, grafik efektlerle aktüel çekimleri birleştiren kadrajları da sevdim.

‘Cruella’, 1970’lerin Londra dekorunda geçen, gerçekçilikten hayli uzak stilize bir dönem filmi. Estella’nın siyah beyaz ve canlı koyu renklere olan ilgisi, filmin görselliğini de şekillendiriyor. Filmin geneline baktığımızda, siyahla beyazın Barones (Emma Thompson) ve Estella’yı birleştirdiğini ama Barones’in daha donuk, soğuk, cansız ve steril bir dünyası olduğunu görmek mümkün. Özellikle ilk bölümde, Estella’nın hayat dolu ve canlı bir dünyası var. Başlarda dikiş makinesinin başında daha sık gördüğümüz, emekçi yanıyla öne çıkan Estella, film ilerledikçe Barones’in marazi ve zengin üst sınıf dünyasına yaklaşıyor. Aslına bakarsanız, Disney’in önceki filmlerindeki Cruella De Vil ruhunu bu filmde Barones temsil ediyor. Barones, içinde zerre vicdan olmayan, üst sınıf kibrini taşıyan, her şeyiyle kötü bir karakter.

İçinde hiç vicdan yok ama iyi tasarımın hakkını veren ince bir moda zevki var. Barones ve Estella/Cruella arasındaki moda rekabeti, filmin görsel tasarımının önemli bir parçası. Estella ‘punk’ı simgeliyor. Karanlık, agresif, anarşik, ‘kirli’ ama kişiliğini yansıtan samimi bir dünyası var. Barones ise samimiyetten uzak, sadece şıklığa odaklı, geçmişe hatırlatan ‘retro’ ve gösterişli bir tarza sahip. Kritik olan nokta, Estella’daki moda dehasını en iyi gören kişinin Barones olması… Barones, estetik duyguları ve moda zevki çok gelişmiş biri olmasına karşılık yeteneğe sahip değil. Tam da burada, ‘Amadeus’ filmindeki Salieri ve Mozart arasındaki ilişki geliyor akla.

‘Cruella’, baştan sona ‘Ne güzel çekmişler, ne güzel tasarlamışlar, ne güzel kurgulamışlar’ diye seyrettiğim bir film oldu; ama açıkçası bende kalıcı bir etki bıraktığını söyleyemem. Seyrederken işitsel ve görsel anlamda keyif verdiği kesin ama sonrasında çok şey kalmıyor.

Aslına bakarsanız film ilk anlarından itibaren sahicilik, gerçekçilik konusunda pek iddialı değil. Ama Emma Stone öyle bir oynuyor ki birçok sahnede filme kendine özgü bir inandırıcılık getiriyor. Role inandığı belli. Her zamanki gibi bazen aşırıya kaçmaktan korkmayan ama hiçbir zaman rahatsız edici olmayan duygusal tarzıyla karaktere ve filme çok şey katıyor. Özellikle parkın havuzunda çocuk yaşta kaybettiği annesiyle yaptığı konuşmalarda oyunculuğu öne çıkıyor. Kendisiyle ilgili önemli gerçekleri keşfettikten ve artık iyi birisi olmaktan vazgeçtikten sonra, tek plan olarak çekilmiş o uzun monolog sahnesinde çok etkileyici olabiliyor.

Duygularını saklayamayan Estella ile tam bir tezat teşkil eden her daim soğuk ve duygusuz Barones’te Emma Thompson, mizahi yanı ağır basan bir yorumla geliyor karşımıza. Karakterin sınırsız ve ölçüsüz kibrini nerdeyse bir maske gibi takan Thompson, Barones’in Cruella karşısında kırılan egosunu incelikle yansıtıyor. Diğer oyuncular da iyi… Özellikle Horace rolünde seyrettiğimiz, Paul Walter Hauser’ın filmin komedi yanına yaptığı katkı azımsanamaz.

‘Cruella’nın benim için en keyifli yanlarından biri dönemin ruhunu yansıtan şarkılardı. Film bittiğinden birbirinden güzel bir sürü şarkı dinlemiş oluyorsunuz. Ama yönetmen Gillespie’nin hem şarkıları hem de film için bestelenen müziği biraz aşırıya kaçarak ölçüsüzce kullandığını düşünüyorum. Bu kadar fazla şarkı, seyir keyfini anlık olarak yükseltse de filmin dramatik etkisini düşürüyor sanki. Sürekli bir video klip seyredermiş hissi veriyor.

ABD’de geçtiğimiz mayıs ayında sinema salonlarının yanı sıra çevrimiçi olarak da gösterime giren ‘Cruella’, yılın en çok hasılat yapan filmlerinden biri olarak kayıtlara geçmiş durumda. 2 Temmuz’da gösterime girdiği Türkiye’de ise benzer bir ilgi görmedi. Eleştirmenleri ikiye bölen ‘Cruella’, beğenseniz de beğenmeseniz de şimdiden 2021’in en popüler filmlerinden biri olmuş durumda. Ayrıca, yer yer dönemin glam rock tarzını yansıtan saç – makyaj ve kostüm tasarımlarıyla da hayli iddialı bir film olduğunu düşünüyorum. Yaygın olarak gösterimden kalksa da sinema salonlarında seyretmeniz hâlâ mümkün.

6.5 /10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar