Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Bloodshot: Durdurulamaz Güç” (Bloodshot), Kenya’da 90’lar tarzı bir aksiyon gibi açılıyor. Şehrin yoksul ve bakımsız dar sokaklarından birinde… Vin Diesel, çevresiyle tezat teşkil eden, donanımlı bir asker olarak giriyor sahneye… Daha ilk anlardan, video oyunu estetiğini hissetmek mümkün. Kamera sık sık Diesel’in bakış açısını yansıtıyor ve öldürdüğü düşmanlar canlı varlıklardan ziyade birer grafikten ibaret… Sahne, mükemmel reflekslere sahip kahramanımızın zekâ ve beceri dolu bir hamleyle rehineyi kurtarmasıyla sona eriyor.

        İtalya’nın turistik kıyı bölgelerinde geçen ikinci sahnede, Vin Diesel’in canlandırdığı kahramanımız Ray Garrison’u tanıyoruz. Bir anti terör timinin lideri olduğunu, her operasyon sonrası çok sevdiği eşi Gina’ya (Talulah Riley) döndüğünü görüyoruz. Bedenindeki yara izlerinin yakın çekimleri, onun da hepimiz gibi ölümlü, kırılgan bir fani olduğunu düşündürüyor.

        Kahramanın sıradan bir bedene sahip, bizim gibi bir insan olması, eski usul aksiyonu çağdaş süper kahraman sinemasından ayıran temel özelliklerden biri gibi gelir bana…

        Malum, güçlü ve gösterişli kaslarıyla, tercihen beyaz atlet giyen, terli, testosteron saçan bir erkek kahramandır Vin Diesel... Popüler sinemadaki kökenleri 1980’lerin sert erkeklerine, Sylvester Stallone ve Bruce Willis’e kadar gider. Yıldızlarından biri olduğu Hızlı ve Öfkeli serisinin başarısı, kostümlü süper kahramanlardan haz etmeyen, atletli kaslı sert adamları daha inandırıcı bulan seyircileri yakalaması gibi gelir bana… “Bloodshot: Durdurulamaz Güç”de de ilkin özbeöz Vin Diesel imajıyla çıkıyor karşımıza… Ama filmin bir noktasından sonra ileri teknoloji destekli bir süper kahraman haline geliyor.

        İşte “Bloodshot”ın farkı tam da burada yatıyor. İki farklı aksiyon ekolünü birleştirmesinde… Ama Vin Diesel’in filmde sadece süper kahramanları akla getirdiği söylenemez… Terminator serisinin likit metalden oluşan insan kılıklı ölüm makinelerini andıran bir yanı da var. Birçok çekimde Terminator serisinden imgeler geliyor akla…

        Öte yandan, Frankenstein’ı da düşünmek mümkün… Guy Pearce’in canlandırdığı Dr. Emil Harting’in son tahlilde Dr. Frankenstein’dan çok farkı yok. İkisi de laboratuvarda insan yaratmaya çalışıyorlar… Birisi, mezardan çaldığı bedenleri kullanarak, görenleri korkutan bir canavar yapıyor. Diğeri ise güçlü bir askeri, bir süper kahramana çeviriyor… Dr. Harting ve Garrison arasındaki bağ, Dr. Frankenstein ile canavarı arasındaki ilişkiden çok farklı değil… Burada Dr. Harting’in yardımcısı Katie’nin (Eiza Gonzalez) insani değerleri önemseyen, Harting’in ahlaki ikileminin altını çizen bir karakter olarak öne çıktığını söylemem gerek…

        Bilimkurgunun alt türü siberpunk’ın Frankenstein öyküsüyle dipten dibe bir bağı olduğu söylenebilir. “Bloodshot”ın da siberpunkla hiçbir ilgisi olmadığını söylemek zor… İkinci bölümde ortaya çıkan ve bir anda filmin önemli karakterlerinden biri olup çıkan “hacker” Wilfred Wigans (Lamorne Morris) bir yana, filmin sanal alemde geçen birçok sahnesi de var…

        1980’lerin eski usul aksiyon kahramanları, Terminatör’ü akla getiren imgeler, 2000’li yılların süper kahraman janrı, Frankenstein hikâyesi ve bilimkurgunun alt türü olarak siberpunk… Tüm bunların yan yana gelmesi çok havalı olabilir. “Bloodshot” da dış görünüş itibarıyla şık bir film zaten… Sürprizlerle ilerleyen, hafıza temasını ele alan havalı bir hikâyesi de var ama içinde yeni ve heyecan verici bir malzeme yok...

        Kaldı ki, özellikle son 30-35 dakikasında katıksız bir Vin Diesel filmine dönüşüyor. Bir Vin Diesel filminden kastettiğim, fiziksel gücün, dayanıklılığın, kararlılık ve inadın her şeyi çözdüğü bir hikâye öncelikle… Sonra aksiyon, silahlı çatışma ve illa ki yakın dövüş sahneleri…

        “Bloodshot” gösterişli bir aksiyon filmi olarak seyircinin bütün beklentilerine yanıt verebilecek bir film… Görsel şov niteliği taşıyan birçok sahne var. Mesela Budapeşte’deki tünelde geçen “işaret fişekli, unlu” sahne… Finale doğru seyrettiğimiz, “gökdelenin dış cephesindeki üçlü dövüş” de fena değil. Ama şöyle akılda kalıcı bir gerilim anı yok mesela. Tüm sahneler tahmin edilebilir şekilde gelişip bitiyor.

        Bu arada, özel efekt departmanının film boyunca sağlam ve etkileyici iş çıkardığını belirtelim… Yönetmen Dave Wilson, özel efekt kökenli bir sinemacı. Daha önce “Love, Death & Robots” adlı animasyon dizisinde “Sonnie’s Edge” bölümünü yönetti. “Bloodshot” ilk uzun sinema filmi… Dave Wilson, üzerine düşeni yerine getiriyor ama “Bloodshot” itibarıyla öyle akılda kalıcı bir anlatımı olduğu söylenemez. Video oyunlarıyla özel efekt ağırlıklı resimli roman estetiğinin bir karmasını çıkarmış ortaya…

        Tam da burada, filmin bir resimli roman uyarlaması olduğunu hatırlatmak isterim. 1992 – 2019 arası 7 cilt yayımlanmış, Valiant Comics şirketinin en sevilen resimli romanlarından biri olan “Bloodshot”un yaratıcı ekibinde yer alan Kevin VanHook, Don Perlin ve Bob Layton bugün film endüstrisinin de içine yer alan isimler. Senaryo ise şu günlerde Türkiye sinemalarında gösterimde olan “Hayal Adası”nın (Fantasy Island) yönetmeni Jeff Wadlow’a ait… Wadlow’un orijinal eseri siberpunk tarzında bir Vin Diesel filmine dönüştürmenin dışında parlak bir senaryoya imza attığını söylemek zor.

        Özellikle Amerikan resimli roman ekolünde grafik dil, en az hikâye kadar önemlidir. “Bloodshot”ın sinema uyarlaması da grafik anlamda iddiasız değil ama hikâye olarak baktığınızda aksiyon sahnelerini yan yana getirmenin ötesine geçemiyor… Belki aksiyon severleri mutlu edebilir ama kendi adıma tek bir sahnesinde dahi duygusal anlamda etkilendiğimi söyleyemem…

        5/10

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar