Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yeni Zelandalı yönetmen Taika Waititi'nin yönettiği “Tavşan Jojo” (Jojo Rabbit) en iyi film, uyarlama senaryo, yardımcı kadın oyuncu (Scarlett Johansson), kurgu, kostüm ve prodüksiyon tasarımı kategorilerinde Oscar adayı oldu...

        Dünya prömiyerini yaptığı Toronto Film Festivali'nde Seyirci Ödülü'nü kazanan “Tavşan Jojo”, Oscar dışında da önemli ödüllere aday gösterildi ve bunların bir kısmını kazandı.

        Görmeden ve yazmadan önce, filmler üzerine eleştiri okumayı sevmem. Ama Toronto Film Festivali'nden bu yana birçok eleştirmenin “Jojo Rabbit”i hiç sevmediğini ve çok sert eleştiriler getirdiğini biliyordum. 6 dalda Oscar adayı olması, bu tartışmaları kuşkusuz daha da hararetlendirdi ve filme ağır suçlamalar getirildi.

        Ama “Tavşan Jojo”nun duygusu, ele aldığı mesele beni hemen sardı ve sonuna kadar da hiç bırakmadı... Filmdeki mizah beni rahatsız etmedi. Kaldı ki, filmin hissettirdikleri ve düşündürdüklerinin yanında mizah benim için geri planda kalan bir öğeydi.

        İkinci Dünya Savaşı'nın son günleriyle, özellikle de Nazi Almanya'sının yenilgisiyle ilgili çok film seyrettik. “Tavşan Jojo” onlardan biri...

        Farkı, her şeye 10-11 yaşlarındaki bir çocuğun gözünden bakması... Hatta “zihninin içinden” bakmak da diyebiliriz buna. Çünkü Jojo'nun hayal arkadaşı Adolf Hitler, filmin yan karakterlerinden biri...

        Christine Leunens'in “Caging Skies” adlı romanından Taika Waititi tarafından sinemaya uyarlanan “Jojo Rabbit”in bence en parlak yanı, bir çocuğun faşizm ve ırkçılıkla yüzleşmesini “iki cephe”de birden anlatması...

        İki cepheden kastım, iç ve dış dünya...

        Dış dünya, 1940'ların Almanya'sı... Jojo (Roman Griffin Davis), devletin ideolojik aygıtlarıyla dayatılan yoğun bir faşizm ve ırkçılık kültürünün içinde büyümek zorunda kalmış bir çocuk... Öyle bir dönemde bir çocuğun toplumu yukarıdan aşağıya saran milliyetçi ideolojiden ayrı durabilmesi kolay değil... Ayrıca topluma dayatılan abartılı bir Hitler kültü var... Açılış bölümünde dönemin belgesel filmlerinde gördüğümüz gibi, Hitler tapınılacak bir önder olarak sunuluyor Alman halkına... O filmlerde Hitler sevgisinin isteri boyutuna geldiğini görmek mümkün. Savaşın sürdüğü ortamda bütün çocuklar devlet tarafından militarist, milliyetçi ideolojiyle yetiştiriliyorlar. Jojo'nun babası kayıp ve başta Hitler olmak üzere tüm o militarizmin babanın yerini doldurması şaşırtıcı değil... Nazilerin erkek çocuklara giydirdiği üniformaları ve verdiği bıçağı unutmayalım. Üniforma, o yaşlardaki çocuklar için sadece büyümeyi ve erkek olmayı simgelemez. Oyunu daha keyif verici hale getiren bir kostümdür aynı zamanda... Jojo'nun henüz oyun çağından çıkmadığını hesaba katarsak, bütün o Nazi ıvır zıvırı onun için bir oyun aslında... Oyunun bittiği, gerçeğin başladığı kritik anlarda ise “iç dünyası”na dönüyor. Mesela tavşan sahnesinde ya da Elsa'yla (Thomasin McKensie) olan bütün ilişkisinde...

        Jojo için asıl fırtınalar iç dünyasında kopuyor... Çünkü Jojo, vicdan ve merhamet duygularına sahip bir çocuk... O duyguları annesi Rosie'den (Scarlett Johansson) aldığı açık. Annesinin Hitler'i ve Nazileri sevmediğini hissediyor. Hissetmemesi mümkün değil zaten...

        Özetle, Jojo'nun zihninde, yukarıdan aşağıya dayatılan faşist, ırkçı ideolojiyle annesinin sevgisi, şefkati ve sağduyusu arasında bir “iç savaş” var... Hayal arkadaşı Adolf Hitler'in (Taika Waititi), bu çatışmanın sonucu olarak ortaya çıktığı söylenebilir.

        Zihnindeki Hitler, devletin dayattığı ideolojinin bütün boşluğunu, saçmalığını yansıtan bir karikatürden farksız hiç şüphesiz... Korkak, çaresiz, çelişkilerle dolu geveze ve nevrotik biri... Annesi ise cesur, vicdanlı, sakin, bilge ve hayat dolu bir kadın... Jojo için anne çok daha güçlü ve etkili bir figür... Adolf ise kendi zihninin yansıması olan akıl yaşı küçük bir oyun arkadaşı...

        Jojo, kalbinin derinliklerinde ve bilinçdışında, Hitler'e değil annesine inanan bir çocuk... Ama Yahudi düşmanlığı için aynısını söylemek zor. Hitler gelmeden önce de Avrupa'da köklü karşılıkları olan ırkçılığı sadece anne sevgisiyle aşması kolay değil... Sonuçta, nefret ikliminin içinde büyümüş bir çocuk... İşte tam da bu nedenle, Elsa'yı ilk gördüğünde telefona sarılıp ihbar etmesi mümkün...

        İhbar etmese bile o yaşta bir çocuğun kendisine öğretilmiş ırkçı nefreti hemen aşması kolay değil... Ama arkadaşlık ve sevgi ilişkisi içinde ayrımcılığın anlamsızlığını keşfetmesi, bir yetişkine göre belki daha kolay...

        “Jojo Rabbit” gerçekçi bir film değil... Karakterlerle duygusal bağ kuruyoruz ama her şeyin kurmaca olduğu hissini hiç kaybetmiyoruz.

        Kaldı ki, filmin her yanı yabancılaştırma efektleriyle dolu... Jojo'nun “Heil Hitler!” diye bağırarak sokaklarda koşturduğu sahnede 1960'ların özgürlükçü rock'n roll ruhunu hissettiren Beatles şarkısı, “I Want to Hold Your Hand”in Almanca versiyonu olan “Komm, gib mir deine Hand”i dinliyoruz... Waititi, film boyunca müziği yabancılaştırma öğesi olarak kullanmayı sürdürüyor. Tom Waits ve Roy Orbison'un yanı sıra David Bowie de “Heroes” adlı şarkısının Almanca versiyonu “Helden” ile karşımıza geliyor. 1945 yılında Almanya'da geçen bir filmde yıllar sonrasında yazılmış şarkıları dinlemek, film seyrettiğimiz hissini güçlendiriyor. Böylelikle trajedi hafifliyor ve biz de bir çocuğun içindeki faşizmin ve ırkçılığın yıkılış sürecine odaklanıyoruz...

        Almanya'da geçen bir filmde oyuncuların İngilizce konuşmasına, ilk kez tanık olmuyoruz. Bu, kuşkusuz bir yabancılaştırma efekti değil ama Sam Rockwell'in Yüzbaşı Klenszendorf, Stephen Merchant'ın gestapo Deertz ve Rebel Wilson'un Fraulein Rehm karakterleri başta olmak üzere, hiç kimse o dönemde yaşayan bir Alman olmak için çaba göstermiyor. Üçü de karakterlerini tümüyle komedi üzerinden yorumluyorlar. Taika Waititi'nin Hitler'i zaten bir karikatür...

        Rosie, Jojo, Elsa ve Yorki (Archie Yates) ise duygusal olarak özdeşleştiğimiz karakterler; çünkü Almanya'nın o yıllardaki trajedisini yansıttıklarını biliyoruz... Yorki de akılda kalıcı bir karakter... Tarihin akışına kapılıp gitse de kalbinin derinliklerinde çok saf ve iyi bir çocuk... Annesine sarılma özlemi, filmin en duygusal anlarından biri...

        Sam Rockwell'in Nazi rejiminin uzatmaları oynadığının farkında olan boşvermiş, sinik yüzbaşı karakterini de çok sevdim. Role hem komik hem duygusal bir yorum getirmiş.

        Trajedi ile komedi arasında ince bir sınır vardır. Bazı sanatçılar bu ince sınırda gezinmeyi sever. Taika Waititi de bunlardan biri... Ama birçok seyirci bu ince sınırdan hoşlanmaz. Herkesin kendine göre bir mizah ve hoşgörü sınırı vardır.

        Dolayısıyla, “Jojo Rabbit"e her tür eleştiri getirilebilir ama faşizmi hafife alan içi boş bir komedi olduğunu söylemek ciddi haksızlık olur gibi geliyor bana... Tam aksine, faşizmin bir çocuğun zihnindeki bütün akıl dışılığını incelikle ortaya koyuyor... Kaldı ki, faşizmi doğuran koşulların Avrupa dahil her yerde sürekli geçerli olduğunu unutmamak gerek... Hiçbir film sadece kendi dönemiyle ilgili değildir. Çocuk yaşta öğretilen ırkçılık, devletlerin ideolojik aygıtları tarafından dayatılan nefret kültürü bugün birçok ülkenin sorunu... Sözün özü, “Jojo Rabbit”in anlattıklarını sadece 1945'le sınırlayamayız. Ayrıca Jojo'nun zihnindeki çelişkilerin, karakter olarak gelişiminin gayet iyi anlatıldığını düşünüyorum.

        Her şey bir yana, Jojo Rabbit öyle kahkahalar atarak seyredilen bir film değil. İnce mizah duygusuyla çekilmiş ironik ve duygusal bir film.

        Taika Waititi'nin mizah duygusunu 2014 yapımı “What We Do in the Shadows”dan bu yana severim. “Thor: Ragnarok”a bayıldığımı söyleyemem belki ama mizahın öne çıktığı bir Marvel filmi olarak fena değildir. “Jojo Rabbit” de sevdiğim bir film oldu. Ama sevmeyen ve ele aldığı meseleyi hafife aldığı için Waititi'ye kızanların sayısı az değil. Karar sizin...

        7/10

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar