Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Seyirci sayısı açısından beklentilerin çok ötesine geçen filmlerin farklı bir gözle yeniden değerlendirilmeleri gerektiğini düşünürüm…

        Kişisel değerlendirmelerinizden ne kadar emin olursanız olun, “Ayla”, “Müslüm” gibi filmlerin dosyasının hemen kapanması mümkün değildir.

        Yıllar önce Thomas Schatz “Hollywood Genres” adlı kitabında melodram, komedi ve müzikal türündeki filmlerin sosyal entegrasyona hizmet ettiğini öne sürmüştü…

        Siyasi kutuplaşmanın yaşandığı Türkiye’de de durumun çok farklı olmadığını düşünüyorum…

        Sadece “Ayla” ve “Müslüm” değil, seyircilerin gözyaşlarını tutamayarak seyrettiği daha birçok melodramın da benzer bir toplumsal bütünleşmeyi sağladığı söylenebilir. Çünkü salonlarda hep birlikte gülmek kadar hep birlikte ağlamanın da önemi küçümsenemez.

        Öte yandan, sosyal bütünleşmeye hizmet etme açısından bu filmlerin tümünün aynı kodları kullandığını, birbirlerine benzediklerini söylemek zor… Ama birtakım “alt grup”lar ya da benzer damarlar bulmak mümkün… Sözgelimi, “Müslüm” daha müstakil bir film… Buna karşılık “Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu”, milliyetçi-ulusalcı duyguları harekete geçirmesi itibarıyla “Ayla”, “Çiçero” ve “Türk İşi Dondurma”yla aynı alt gruba dahil bir film… Amacı geniş bir kitleyi aynı milliyetçi duygularda birleştirmek. Tam da bu noktada, Türkiye’de milliyetçilik ya da ulusalcılığın çok geniş bir toplumsal temsili yansıttığını unutmamak gerekiyor.

        Özellikle Melbourne’de geçen bir sahne, filmin asıl derdini özetler bir nitelik taşıyor... Naim Süleymanoğlu’nun(Hayat Van Eck) Bulgar takımının kamp yaptığı otelden kaçtıktan sonra yanında kaldığı insanlara baktığımızda, sözünü ettiğim “siyasi birlik” çabasını görmemiz mümkün… Naim’i evlerinde misafir edenler, 12 Eylül’den sonra ülkeden kaçmak zorunda kalmış kişiler. Kendileri ülkeye dönemiyorlar ama Naim'in Türkiye'ye girmesi için ellerinden geleni yapıyorlar...

        Malum, 12 Eylül şu an ülkedeki neredeyse bütün siyasi aktörlerin karşı olduğu bir darbe… İlk bakışta, Avustralya'da Naim’i koruması altına alan bıyıklı erkekleri sağ görüşlü devlet yanlısı milliyetçi militanlar olarak görmeniz mümkün. Ama sonra aynı kişiler idam edilmesi için yaşı büyütülen devrimci genç Erdal Eren'i de anıyorlar… Filmin derdi, 12 Eylül karşısında kader birliği yaşayan sağcı ve solcuyu, Naim'i memlekete gönderme noktasında birleştirmek...

        Hatırlarsak, Mustafa Uslu’nun yapımcılığını yaptığı “Türk İşi Dondurma”da da Avustralyalı kadınlar, barış yanlısı pasifistler ve Türk milliyetçileri arasında fantastik denebilecek anti-emperyalist bir ittifak kurulmuştu…

        Tüm bunlar kuşkusuz fazlasıyla hayali, gerçek dışı ittifaklar... Ama belli ki seyirciye iyi geliyor.

        Özetle, “Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu”, “Ayla” ya da “Türk İşi Dondurma” gibi milliyetçilik üzerinden memleketin sosyal entegrasyonunu sağlamayı amaçlayan filmlerden biri...

        Filmde Naim Süleymanoğlu’nun hayat hikâyesinden daha önemli olan mesele, Todor Jivkov yönetimindeki Bulgaristan’ın Türk azınlığa yaptığı zulüm… Bütün filmi kontrol eden düşünce ya da ana fikir, Naim Süleymanoğlu’nun bu insanlık dışı, haksız zulmü dünyaya duyurmak için verdiği mücadele…

        İşte bu yüzden, “Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu”nu bildik anlamda biyografik film olarak değerlendirmek kolay değil.

        Bir spor filmi olarak tasarlandığını söylemek de zor. Öyle ki seyircinin kafasını karıştırmamak için halter sporuyla ilgili “silkme”, “koparma” gibi teknik terimlere pek girilmiyor.

        Spor filmi türünden öylesine kararlı şekilde uzak duruluyor ki “Bir halter müsabakası nasıl gerçekleşir, kuralları nelerdir, heyecan ve rekabet hangi anlarda doruğa çıkar?” gibi konular neredeyse tümüyle pas geçiliyor. Oysa Naim Süleymanoğlu’nun aktif sporculuk döneminde Türkiye’nin yarısı, halter müsabakalarının iç dinamiklerini çok iyi bilir, televizyondan yayınlanan şampiyonaları pür dikkat izlerdi. Filmde ise halter heyecanına Seul Olimpiyatları sahnesi dışında çok yer verilmemiş. O sahne de zaten belirli bir noktadan sonra tümüyle Naim’in güç gösterisine dönüyor.

        Boyu küçük kalacak korkusuyla haltere başlamak istemeyen küçük Naim’in 10 yaşındayken, kurallara aykırı olarak ağır halter antrenmanlarına alınmasının etik olarak ne kadar doğru olup olmadığı tartışılmıyor filmde... Sonuçta, yaşı büyütülen bir çocuk var ortada. Asıl şaşırtıcı olan, filmin bu tartışmayı açıp sonra hiçbir şey söylememeyi tercih etmesi… Çünkü milliyetçi mesaj o kadar merkezde yer alıyor ki, Naim'in ailesinden ayrı kalması dışında kişisel acıları, dertleri ve geri kalan hayat hikâyesi film için büyük bir önem taşımıyor...

        Evet, küçük Naim’in haltere olan fevkalade yeteneği başlangıçta gayet iyi anlatılıyor. İlk antrenörü (Gürkan Uygun) tarafından eğitilmesi de öyle… Ama Naim’in halterle ilişkisi, bir noktadan sonra geri planda kalıyor. Halkı için verdiği mücadele öne çıkıyor...

        Filmin odaklandığı asıl mesele, Bulgaristan Komünist Partisi'nin, yani Bulgar devletinin Naim’i propaganda aracı haline getirmesi ve Naim'in de buna tepki olarak halter sporundaki başarısını Türk azınlığın sesini dünyaya duyurmak için kullanmak istemesi... İltica etmesi, ilticadan sonra rekor kırmak için insanüstü bir tempoda çalışmasının nedeni de hep aynı. Bulgaristan Türklerinin sesi olabilmek, yapılan zulmü dünyaya anlatmak...

        “Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu”nu seyrederken, milli ve dini bayramlarda kamusal ya da özel kurumların ulusal televizyonlarda yayınlanması amacıyla çektirdiği kısa tanıtım filmlerini hatırladım... Bu filmlerin temel amacı, herkesi aynı duyguda birleştirmektir. “Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu”nun derdi de aynı...

        Film, Özer Feyzioğlu'nun yönetmenliğinde, Mustafa Presheva'nın kurgusuyla 2 saat aşkın bir süre boyunca su gibi akıp gidiyor...

        Haltere başladığı çocukluk - gençlik yılları... Sporcu olarak yükselişi... Jivkov'un Müslüman Türk azınlığa uyguladığı asimilasyon politikalarının acı sonuçları... Bir gerilim-aksiyon filmi olarak çekilen iltica süreci... Türkiye'deki ilk günleri ve elbette unutulmaz rekorlar kırdığı Seul Olimpiyatları... Filmin zirvesi ise Naim Süleymanoğlu'nun Birleşmiş Milletler'de yaptığı tarihi konuşma...

        Naim'i bir çocuk olarak tanıdığımız sahneleri bir yana bırakırsak film, Naim Süleymanoğlu'nu kahramanlaştırıp idolleştiriyor. Yani, zihnimizdeki kahraman imgesine yeni hiçbir şey eklemiyor. Onu, bize yakın gelecek insani yönleriyle anlatmıyor...

        Ailesiyle, özellikle annesiyle (Selen Öztürk) olan sevgi bağı öne çıkarılıyor... Ana – oğul hasreti filmin en göz yaşartıcı, duygusal sahnelerine vesile oluyor...

        Başta Hayat Van Eck olmak üzere tüm oyuncu kadrosu gayet iyi... Martin Szecsanov'un görüntülerine de kusur bulmak zor.

        Görüntü, kurgu, ses, prodüksiyon tasarımı açısından dünya standartlarında bir film... Ama dramatik kalite için aynı şeyi söylemek çok zor.

        Filmden sonra dünya sinemasında benzer bir biyografi örneği var mı, diye düşündüm ama açıkçası pek benzerini bulamadım...

        Biyografi filmleri, seyirciye “kapalı kapıların ardındaki hikâyeleri” vaat eder...

        “Filmde Naim'in çocukluğu dışında bilmediğin, yeni ne öğrendin?” derseniz, Türkiye'ye kaçış hikâyesi derim... Ama internete girip olayın aslını öğrenmek için araştırma yaptığımda çok farklı, hatta alakasız bir hikâye çıktı karşıma... Yine de Avustralya'da geçip Ege semalarında sona eren tüm bu kaçış bölümünün, filmin sinemasal anlamda en sağlam sahnelerini içerdiği kesin.

        Biyografi filmleri, herkesin tanıdığı kişilerin hayatına daha içeriden bakmamıza, onları yakından tanımamıza vesile olur... Film boyunca ana karakterle sürekli bir duygu birliği yaşadığım kesin. Kaldı ki, film Fahir Atakoğlu'nun müziği eşliğinde nerede üzülmem, nerede ağlamam, nerede sevinmem gerektiği konusunda bana her şeyi dikte etti zaten. Ama film bittiğinde Naim Süleymanoğlu'nun hayatına daha çok yakınlaştığımı ne yazık ki söyleyemem...

        Özetle “Naim: Cep Herkülü”, dünya sinemasında benzerine çok zor rastlayacağınız türden Türk işi bir biyografi...

        Yönetmenler, yazarlar değişse de Mustafa Uslu yapımcılığında gerçekleşen filmler benzer bir tarzı paylaşıyor… “Ayla”, “Müslüm”, “Çiçero”, “Türk İşi Dondurma” gibi “Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu” da Mustafa Uslu ekolü diyebileceğimiz bir yaklaşımın ürünü...

        Seyirci sever mi, sevmez mi, bilmiyorum. Ben kendi adıma bu filmlerin sinemasal değerinden ziyade seyirci üzerinde ne ifade ettiğinin artık daha önemli olduğunu düşünüyorum...

        Türk sineması öyle bir dönemden geçiyor ki, seyirci duyguların gerçekçiliğinden, sahiciliğinden çok o duygunun kendisini yakalayıp fiziksel anlamda etkilemesiyle ilgileniyor...

        Perdedeki karakterlerin büyük acılar, büyük duygular yaşamasını; olayların uç noktalara varmasını istiyor... İyilerle kötülerin birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığı bir hayal dünyasına gidip, orada doğrunun yanında yer alan bir insan olarak kutsanmak, ağlayıp arınmak istiyor... Mağdurla birlikte acı çekip, zalime karşı çıktıkça rahatlayıp huzura eriyor... Bu arada, seyrettiği olayların gerçek hayattan alındığını bilmek yaşadığı etkiyi daha da artırıyor...

        “Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu” da seyirciye gerçeği vadeden, daha doğrusu “gelin gerçeği hep birlikte duygusal bir ayin gibi yaşayalım, biraz ağlayıp rahatlayalım” diyen bir film...

        Peki, 50 yaşında hayatını kaybeden Naim Süleymanoğlu'nun asıl hikâyesi?

        Belki bu filmde anlatıldığından çok daha derin, gerçek acılar, çarpıcı hikâyeler var hayatında. Bilmiyorum... Tek bildiğim, seyircinin gerçekçilikten ziyade gerçeğin masalsı, huzur verici, rahatlatıcı temsil biçimleriyle ilgilendiği bir dönemden geçtiğimiz...

        5/10

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar