Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Şilili sinemacı Sebastian Lelio'nun yönettiği “Gloria”, 2013 yılının akılda kalan filmlerinden biriydi... Dünya prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali'nde kazandığı ödüllerle dikkat çektikten sonra Türkiye dahil birçok ülkede gösterime girdi.

        Film, 50 yaşlarındaki Gloria'nın yaşadığı bir gönül ilişkisini anlatıyor, hayatından bir kesit aktarıyordu. Hikâyesinde çok hoş ayrıntılar, zenginlikler vardı ama asıl olarak Paulina Garcia'nın oyunculuğu, Lelio'nun yönetmenliği ve pozitif yaşam enerjisiyle akıllarda kalan bir filmdi. Asıl önemli nokta, o pozitif enerjiye Amerikan usulü “kendini iyi hisset” (feel-good) filmlerinden çok daha farklı yollardan ulaşılmasıydı.

        Sebastian Lelio geçtiğimiz yıl aynı filmi, İngilizce olarak ABD'de çekti.

        Tam da burada, Avusturyalı yönetmen Michael Haneke'nin “Funny Games”i aynı şekilde ABD'de İngilizce olarak yeniden çektiğini hatırlatmak isterim. Haneke kendi filminin büyük oranda bire bir kopyasını yapmıştı. Nedeni sorulduğunda, yeni bir yorum getirmek istemediğini, sadece filmi İngilizce olarak yeniden çekmeyi hedeflediğini söylemişti.

        Sebastian Lelio'nun yaklaşımı ise biraz farklı. O da çektiği ilk filmin özünü aynen korumuş. Filmin meselesi, derdi ve varmaya çalıştığı nokta yine aynı; ama karşımızda ilkinden farklı bir yorum var.

        Kuşkusuz, her iki filmin hikâyesi büyük oranda aynı... Alice Johnson Boher imzalı senaryonun, sahnelerin akışı ve hikâye kurgusu açısından ilk filme çok büyük oranda sadık kaldığı kesin...

        Aradaki o “küçük gibi görünen büyük farklılıklara” girmeden önce, ilk filmle olan ortak noktalardan söz edelim. Hollywood'un ya da genel olarak anaakım sinemanın “orta yaş aşklarını” ele alma biçiminden kesin şekilde ayrılan bir film bu...

        Mesela, romantik komediyle hiçbir ilgisi yok. Ana karakterin değişimini ya da iç aydınlanmasını anlatan bir film değil... Filmin sonunda bir sorun çözülmüyor ya da aşılmıyor; karakter kendi bildiği yolda devam ediyor... Her iki filmin de üstün yanı bu “devam etme” duygusu...

        Gloria (Julianne Moore), 50'li yaşlarında dul bir kadın. Düzenli bir işi var. Kızı ve oğlu, kendi hayatlarını kurup, kendi dertlerine gömülmüş yetişkinler... Kızı, yeni bir ilişkinin arefesinde... Oğlu ise tek başına çocuk büyütmeye çalışıyor.

        Gloria'nın hayat dolu, tutkulu bir kadın olduğunu seziyoruz. Otomobilde giderken aşk şarkıları dinlemeyi ve söylemeyi seviyor. Gece kendi yaş grubundaki insanların devam ettiği dans kulüplerinde yalnız olmayı kafasına hiç takmadan eğleniyor... Film Gloria'yı, âşık olmak isteyen ya da uzun süreli ilişki kurmak arayışında olan bir kadın gibi göstermiyor bize. Ama bir akşam kulüpte tanıştığı Arnold (John Turturro) ile yaşadığı tek gecelik maceranın ardından hayatı değişiyor. Gloria, kendisini arayıp öğle yemeğine davet eden Arnold'un ilgisinden, sıcak yaklaşımından etkileniyor. İlişkileri ilk başlarda iyi gitse de bir süre sonra sorunlar başlıyor...

        Sorun aralarındaki farklılıklardan kaynaklanıyor.

        Gloria özgüveni yüksek, tutkulu, kendiyle barışık cesur bir kadın...

        Arnold ise hayatı boyunca kaçak oynamaya alışmış, kendisiyle ve sorunlarıyla yüzleşemeyen korkak bir erkek...

        Gloria, elindekiyle yetinmiyor. Aşkı, sevgiyi her şeyi sonuna kadar yaşamak istiyor. Arnold ise hayatını “departmanlara” ayırmayı seviyor ve Gloria'nın kendi belirlediği bölgede kalmasından yana...

        Arnold aşkını, tutkusunu sözleriyle dile getiriyor. Gloria ise aşkı sözlerle değil, kalbiyle yaşıyor. Onun için önemli olan, sözler değil, davranışlar...

        Bir erkekten çok şey bekleyen değil; aşkı doğru dürüst yaşamak isteyen bir kadının hikâyesi olarak “Gloria Bell” anlamlı bir film... Gloria'nın patlayan dürüst öfkesi, finaldeki pozitif enerjisi ve özellikle Laura Branigan'ın yorumladığı “Gloria” şarkısıyla dans ettiği sahne iyi... “Gloria Bell”, sonuçta kadınlığın gücünü taşıyan bir film...

        Julianne Moore ve John Turturro da elbette kötü oynamıyorlar... Ama ben yine de 2013 yapımı ilk filmin her şeyiyle daha iyi olduğunu düşünüyorum.

        İlk filmde Lelio'nun kamerası Gloria dışındaki diğer her şeye karşı biraz kayıtsız durur. Kamera sürekli Gloria'yı takip eder, ona odaklanır. Sadece yalnız başınayken değil, insanlarla birlikteyken de kameranın aklı sanki hep Gloria'dadır... Bu yaklaşım, filme başka bir duygu ve hava verir. Kamera, Gloria'ya âşık gibidir sanki... Yeni filmde kamera yine sürekli Gloria'yı takip ediyor ama böyle bir hava yok.

        İlk filmde Gloria fazla konuşmaz... Lelio, Gloria'nın sessizliğiyle anlatır bir çok şeyi. Kameranın sürekli Paulina Garcia'nın etrafında olmasıyla bu sessizlik arasında söze dökülemeyecek bir uyum vardır.

        Yeni film biraz da Amerikan seyircilerine hitap etmesinin gerektirdiği mecburiyetle Gloria'yı sürekli konuşturuyor ve neden – sonuç ilişkileri üzerine düşünmeyi seyirciye bırakmıyor...

        İlk filmde Gloria'yı canlandıran Paulina Garcia, role getirdiği sakin, mütevazi yorumla kendi yaş grubundaki bütün kadınları düşündürür bize. Julianne Moore ise açıkçası sadece kendini hatırlatan bir Hollywood yıldızı...

        Moore, yaşı itibarıyla role çok uygun. Oyunculuğu tartışılmaz ama hikâyenin duygusunu yansıtmaya uygun olup olmadığı bence tartışılır... Garcia'nın karaktere getirdiği heyecan duygusu, Moore'da pek yok. Moore daha kendine güvenli bir portre çizmeyi tercih etmiş.

        Aynı sorun, John Turturro için de geçerli. Orijinalindeki erkek oyuncu Sergio Hernandez'in o tedirgin bakışları, kendine güvensiz, korkak halleri filme çok şey katar. Mesela, telefonunu çorbanın içinden çıkartırkenki bakışları her şeyi özetler. O sahnede Gloria'nın onu dengi olmadığını anlarsınız. John Turturro ise filmin hiçbir sahnesinde karizmasından vazgeçemiyor...

        Her iki filmde de Gloria'nın üst kat komşusu, erkekliğin sert, agresif yanını temsil eder. Gloria'nın geceleri sürekli sinir krizlerine şahit olduğu komşusu, kibar, sakin ve pasif Arnold'un karşıtıdır. İşte bu nedenle, ilk filmde komşunun gece yarısı kapının ardında belirdiği sahne önemlidir. Gloria'nın ondan hiç korkmadan karşısına çıkması anlamlıdır... Bu filmde komşuyu neden göstermek istemediklerine ise pek anlam veremedim.

        İlk filmde, arka fonda bile kalsa Santiago ve Şili'nin filme verdiği enerjiyi unutmayalım.

        Yeni filmde Gloria'nın mesleğine daha fazla vurgu yapılmasının çok işe yaradığı da söylenemez.

        İlk filmde, Gloria ile bu filmde Arnold adını alan müstakbel sevgilisi diskoda uzun uzun kesiştikten sonra yan yana gelirler. Burada ise her şey Amerikan usulü oluyor. Birkaç kez göz göze geldikten sonra barda flört ediyorlar. Buna hiçbir itirazım yok ama sonrasındaki diyaloga var.

        “Hep böyle mutlu musun?” sorusunu yanıtlarken Gloria, “bazı sabahlar ve bazı öğleden sonraları” mutsuz olduğundan söz eder. Paulina Garcia flört etmenin heyecanıyla karışık bir dürüstlük içinde söyler bunu... Julianne Moore ise daha kendine güvenli bir havada “Bazen mutlu, bazen mutsuz oluyorum” der...

        Bu ve bunun gibi daha birçok küçük değişiklik var ve açıkçası bunların hiçbirinin yeni filmin lehine işlediği söylenemez.

        Lelio'nun “Gloria Bell”i altyazılı film seyretmeyen Amerikalılar ve her koşulda İngilizce film tercih eden dünya pazarları için çektiği açık. Julianne Moore faktörünü de unutmayalım. “Gloria Bell”in gişede daha başarılı olacağı kesin ama bence Amerikalı bir yönetmenin öyküye kendi yorumunu getirmesi daha iyi bir sonuç verebilirdi. Hiç değilse her şeyiyle yeni bir uyarlama seyrederdik.

        Yeni filmin, ilkine göre belki de tek üstün yanı şarkıları... Özellikle “silahlı saldırı” sahnesinde otomobilde çalan Bonnie Tyler'ın unutulmaz “Total Eclipse of the Heart” adlı şarkısının sahneye farklı bir hava verdiği kesin...

        Özetle ilk filmi görmeyenler çok sevebilir. İlk filmi seyredenler ise karşılaştırmak için gidebilirler...

        6/10

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar