Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bu yıl gösterime giren yerli filmler, satılan bilet sayısında yabancı filmleri bir kez daha geride bırakmayı başardılar. Yerli filmler için satılan toplam bilet sayısı açısından 2018, yeni bir rekora sahne olacağa benziyor. Özetle, gişedeki sonuçlar bakımından 2018'in Türk sineması adına iyi bir yıl olduğunu söylemek mümkün. Nitelik açısından baktığımızda da ortada kötü bir tablo olduğu söylenemez. “Müslüm Baba”nın dram türünde müzikal bir biyografi olarak komedi filmlerini geride bırakarak gişede birinci olması kayda değer bir gelişme... “Ahlat Ağacı” ve “Kelebekler” gibi filmlerin ulaştığı seyirci sayısı da gelecek için umut verici...

        Eleştirmenlerin kendi adlarına hazırladıkları “yılın en iyi filmleri” listeleri her zaman özneldir. Tıpkı ödüller gibi bu tür listeler de tartışmaya açıktır... Sadece ticari gösterime giren yerli filmleri temel alarak hazırladığım bu liste de kuşkusuz tartışmaya açık ve kişisel görüşümü yansıtıyor. İşte bana göre yılın en iyi 10 Türk filmi...

        Taşrada geçen bir baba-oğul ve aile hikâyesi... Baba, iyi günlerini geride bırakmış, prestijini kaybetmiş durumda... Oğlu Sinan’sa ülkedeki diplomalı işsizlerden biri olmak üzere. Öğretmen adayı olarak ya yıllarca atama bekleyecek ya polis olacak. Hayallerinde ise yazar olmak var ama istikbali konusunda karamsar, insanlarla ilişkilerinde agresif biri... Dili ve zekâsı tek sermayesi. Öfkesi, diline yansıyor ve onu itici kılıyor. Nuri Bilge Ceylan, Sinan’ın bu karmaşık duyguları üzerinden ilerliyor ve dertlerini, duygularını derinden hissettiriyor. “Ahlat Ağacı” uzayıp giden kitabî diyaloglarına, 3 saatlik süresine rağmen Ceylan'ın kamerasını hareket ettirdiği, planları fazla uzatmadan kestiği akıcı bir film... Ceylan bir söyleşisinde, ahlat ağacını “Yalnız ve garip de olsa her yere tutunan mücadeleci bir ağaç” olarak nitelemişti. Bu açıdan bakıldığında “Ahlat Ağacı”, akıntıya karşı yaşayan memleket insanları üzerine çok şey anlatan bir film.

        2. Kelebekler

        Tolga Karaçelik, yıllar sonra köydeki “baba ocağı”na dönen üç kardeşin hikâyesini anlattı. Kız kardeş hariç “Biz aileyiz” duygusallığından uzak dursalar da içten içe kaybettikleri yuvayı ve aile sıcaklığını aradıklarını hissediyorduk. Sonuçta, intihar etmiş bir anne ve kendilerini evden gönderen bir babanın çocuklarıydılar... Köy ise tuhaf muhtarı, hayatın anlamını sorgulayan imamı, huzursuz sakinleri ve “patlayan tavukları”yla “benim güzel köyüm” beklentisinden biraz uzaktı... Karaçelik, “sonunda herkesin aile sıcaklığını bulduğu ve duygusal bir arınma yaşadığı” aile filmlerinin klişeleri ve beklentileriyle ince ince dalga geçse de kardeşliğin güzel bir şey olduğunu vurgulamaktan geri durmuyordu. Belki de asıl hedefi, kardeşlerin aile duygusunu evde ya da köyde, yani fiziksel dünyada değil, kendi içlerinde ve hafızalarında bulmalarıydı...

        Mahmut Fazıl Coşkun, yazıp yönettiği üçüncü filminde bu kez 1960'lı yılların İstanbul'una götürdü bizi. Darbe teşebbüsü sırasında İstanbul Radyoevi'nden bildiri yayınlatmaya çalışan bir grup eski askerin hikâyesini anlatırken, sivil hayatın sürprizlerini kışla disipliniyle karşı karşıya getirdi... Sıradan bir İstanbul gecesinde gündelik hayatın akışı içinde çıkan terslikleri gösterirken daha derinde yatan asıl büyük tersliği, yani kaba kuvvetle darbe mantığını anlamaya çalıştı ve o mantığın sivil hayat karşısında tuzla buz olduğu anları gösterdi bize. Velhasıl, özgün bir denemeydi. Sadece ironisiyle değil, anlatımıyla da sağlam bir filmdi.

        4. Arif v 216

        Arif ve robot 216 zaman makinesi marifetiyle 1960'lı yıllara giderler. Orada hayat eski bir Yeşilçam filminden farksızdır... Senaryosunu Cem Yılmaz'ın yazdığı, Kıvanç Baruönü'nün yönettiği filmin, “delimsirek” havası, hızlı temposu, hiç bitmeyen göndermeleri, eski usul Yeşilçam sinemasını kullanması ve beyazperdede yarattığı “Türk usulü popüler kültür füzyonu”yla sinema tarihimizde ayrı bir yere sahip olacağını düşünüyorum. “Arif v 216”, Tarkan’ın sesinin Zeki Müren’in kostümleri ve Cem Yılmaz’ın bedeniyle birleştiği sahnelerde olduğu gibi, popüler kültürü “kaotik anlatım”la birleştiren bir filmdi... 1960’lar Yeşilçam’ının o çok sevdiğimiz saflığından ve iyi insanlarından uzak düşmemizin altını çizen “Arif v 216”, Arif aracılığıyla geçmişin Yeşilçam'ıyla “dürüst bir muhabbet”e girmekten de çekinmiyordu.

        5. Borç

        Vuslat Saraçoğlu, ilk filminde Eskişehir'de yaşayan alt orta sınıf bir ailenin gündelik dertlerle geçip giden hayatına çevirdi kamerasını. Tek yanlı bir özveriyle iyi komşuluk ilişkilerini nereye kadar sürdürebileceğimizi sorgularken başka insanlara karşı gösterdiğimiz iyiliğin nedenlerini anlamaya çalıştı; iyilik yaparken kafamızın bir köşesinde oluşan beklentileri kurcaladı. Net düşünceler ve tezlerle karşımıza gelen bir film değildi. Sıradan anların, gündelik gerginliklerin içinde dolaşarak insanların duygusal ve ruhsal açmazlarını gösterdi. İyilikle duyarsızlığı, sorumlulukla bencilliği karşı karşıya getirdi, iyi olmanın sınırlarını sorguladı... Oyunculukları ve anlatımıyla da sağlam bir filmdi.

        Tayfun Pirselimoğlu'nun yazıp yönettiği filmi, bir distopya olarak okumak mümkün; ama bir gelecek zaman tasavvurundan söz etmek zor. Belli belirsiz bir hikâye, güvenilmez bir akış var filmde. Kıyamet alametleriyle yaşayan bir kıyı kasabasındayız. İnsanlar olayları anlamlandırmaya çalışırken bir tür akıl tutulması yaşıyor ve sürekli kaygılanıyorlar. Kaygı filmin en güçlü duygusu. Rasyonel bir neden - sonuç ilişkisiyle akmıyor film. Gerçekçi bir zeminde değiliz. Pirselimoğlu, kıyamet öncesinin karanlığı üzerinden filmini bir rüya, hatta içinden çıkılmaz bir kâbus olarak kuruyor... “Yol Kenarı”, umudu karanlığın dip noktasında arıyor. Seyircisiyle akılla değil, sezgiyle ilişki kurmayı deniyor ve karanlık, kasvetli görsel atmosferiyle bu hedefine ulaşıyor.

        Plazada çalışan, gökdelende yaşayan Tahsin, hali vakti yerinde “beyaz yakalı” bir İstanbulludur... Bir gün rutin hayatına isyan edip Akdeniz'de tarımla geçinen bir komüne katılmaya karar verir ama havalimanına bir türlü ulaşamaz. Şehir merkezinin dışındaki mahalleler, onun için çıkışsız bir labirente dönüşür... Kentsel dönüşümün tüm hızı ve acımasızlığıyla sürdüğü bir dönemde mimar kimliği başına bela olur... Kendinden kaçmak isterken “mahalle baskısı”na yakalanır... Ramin Matin, Martin Scorsese'nin “After Hours”unu hatırlatan “Son Çıkış”ta sinemamızda nadir rastlanan bir kara mizah örneği veriyor, “beyaz yakalı”nın varoş kâbusunu giderek daha da ezici hale gelen bir kentsel dönüşüm dekoru önünde anlatıyor.

        Gezi Olayları'nı Cihangir'deki evin içinde kurulmuş bir poker masasından tüm boyutlarıyla anlamak kuşkusuz mümkün olmayabilir. Kaldı ki, senaryoya da katkıda bulunan yönetmen Michael Önder'in tek amacı bu değildi. “Gezi süreci”ni bir grup insanı buluşturan bir çeşit “sosyal kesişim noktası” olarak ele aldı. Eylemlerin devam ettiği bir yaz gecesinde, gitmekle evde kalmak arasındaki kararsızlığın keşfine çıktı. Hem “Gezi” hem poker üzerinden aralarındaki çatışma, çelişki ve gerilimlere baktı. Cesaret ve korkuyu anlamaya çalıştı; insan ruhunun karmaşasını gözlemledi. Zaman – mekân birliğini çok iyi kullanan anlatımı, senaryosu ve oyuncu yönetimiyle bir ilk filmden beklenmeyecek kadar profesyonelce bir işti...

        9. Bizim İçin Şampiyon

        1990'lı yılların starta girmek istemeyen ve hep geriden gelip kazanan efsane yarış atı Bold Pilot ve jokeyi Halis Karataş'ın hikâyesi... Bold Pilot, o yıllarda hayata ya da “başka yarışlar”a kötü başlangıç yapan bütün insanlar için bir umuttu… “Bizim İçin Şampiyon” bize o umudu bir kez daha hatırlatıyor. “Kaybetmek, kazanmanın kardeşidir” şeklinde özetlenebilecek fikir, filme doğru ve anlamlı bir çerçeve çiziyor. Begüm Atman, Halis Karataş ve Bold Pilot'ın hikâyesi bir gün kaybedeceğimizi bilsek de yarışmaktan, yani hayat mücadelesine devam etmekten geri durmamamız gerektiğini vurguluyor... Yönetmen Ahmet Katıksız'ın özellikle at yarışı çekimlerindeki başarısını da unutmayalım.

        Onur Saylak’ın yönetmenliğini yaptığı ilk uzun metrajlı film, mültecileri yurtdışına kaçıran şebekede çalışan zorba bir adam ile 14 yaşındaki oğlunun öyküsünü anlatıyor. Film, vicdansız babanın otoritesi altında yaşayan 14 yaşındaki Gaza’nın duygularına, davranışlarına ve eylemlerine odaklanıyor. Öfke patlamaları, kavgalar ve gerginliklerle doğa içindeki sakin anlar arasında gidip gelen filmde bir noktadan sonra Gaza’yı anlamak zorlaşıyor. Babasının mülteci bir kadına tecavüz etmesine şahit olan Gaza’nın dengeleri bozuluyor. Arada vicdanını rahatlatsa da mülteciler üzerindeki gücünün tadını çıkarmaktan vazgeçmeyen yarı deli bir karaktere dönüşüyor. “Daha” özellikle yönetmenliği ve Ahmet Mümtaz Taylan’la Hayat Van Eck’in oyunculuklarıyla öne çıkan bir film...

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar