Banliyöde huzur ve şiddet
Başrollerinde Matt Damon ve Julianne Moore’un da oynadığı “Suburbicon”, 1950’li yılların Amerika’sında, banliyöde geçen bir suç hikâyesini anlatıyor. Senaryo yazarları arasında Coen kardeşlerin de olduğu filmin yönetmeni George Clooney
BAHÇE içindeki evleriyle banliyö yaşamı, Amerikan rüyasının simgelerindendir. Banliyö, bazen huzur ve dengeyi temsil eder. Bazen de ikiyüzlü muhafazakârlığı ve ayrımcılığı... Hollywood’un muhalif kanadı, Amerikan banliyösüne her zaman alaycı bir mesafeyle bakar. “Suburbicon” da ironik bir tavır benimsiyor...
Film, 1950’li yılların o “çok beyaz” banliyö hayatını, canlı renklerin devindiği resim tadındaki çekimlerle kutsayan bir reklam filmiyle açılıyor. Peşinden gelen sahnede, mahalleye yerleşen ilk Afrika kökenli ailenin yarattığı şoku ve “artçı sarsıntıları” izliyoruz. Asıl hikâye ise mahallenin sakinlerinden Lodge Ailesi’nin küçük oğlu Nicky’nin (Noah Jupe), bir gece evde tuhaf olaylara şahit olmasıyla start alıyor. Başta babası Gardner (Matt Damon) olmak üzere annesi ve teyzesi (her ikisini de Julianne Moore canlandırıyor), ellerinde silah olmayan ama edepsizce buyurgan davranan iki yabancının her dediğini itiraz etmeden yapıyor... Nicky, o trajik geceyi ve sonrasında olup bitenleri bizim gibi anlamakta güçlük çekiyor. Ama sigortacının (Oscar Isaac) ziyaretiyle her şey anlam kazanıyor.
“Suburbicon”, mahallede dozu giderek yükselen ayrımcı nefretle, Lodge’ların evinde olup bitenleri paralel olarak anlatıyor. Mahalledeki beyazlar “Biz ırkçı değiliz. Siyahların kendilerini geliştirmesini, bizimle eşit olmak için eğitim, kültür ve yaşam seviyelerini yükseltmelerini istiyoruz” diyor. Buna karşılık, Lodge Ailesi’nde yaşananlar, sözünü ettikleri “beyaz uygarlık seviyesi”nin çok altında... Dolayısıyla, bir yanda beyazların Afrika kökenli aileye yönelttiği şiddet, diğer yandaysa Lodge Ailesi’nin içindeki şiddet var.
Bütün mahalle kendi halinde yaşayan sakin bir ailenin hayatını cehenneme çevirmek için elinden geleni yaparken, komşu evde yaşanan suçları görmüyor. Diğer bir deyişle, beyazların ırkçı yaygarası, Lodge Ailesi’nde olup bitenleri görünmez kılarak kötülüğü maskeliyor. Filmin tam da bunu anlatmak için çekildiğini düşünüyorum. Finalde bir mahalle sakininin olayların bütün suçunu Afrikalı aileye atması tesadüf değil. Özellikle bu ayrıntı, Trump taraftarlarının her şey için göçmenleri, siyahları suçlayan ayrımcı tavırlarını akla getiriyor ve filmin günümüz Amerika’sında olup bitenlerle ilgisini gösteriyor.
Hikâye olarak fazla hesaplı ve tatmin edici olmaktan uzak bir film bu... İlk bölümdeki gizem, filmin lehine çalışmıyor. Baba-oğul ilişkisinin finalde geldiği nokta ise olayları daha karanlık kılmaktan ziyade filmi soğuklaştırıp duygusuzlaştırıyor... Politik içeriği ne kadar güçlü olursa olsun, hikâye seyirciyi kuşatamıyor. Ama “Suburbicon” ın, yönetmen George Clooney’nin ironik yaklaşımı ve tüm oyuncularıyla belirli bir seviyeyi tutturmakta zorlanmadığını belirtelim. Robert Elswit’in bol güneşli banliyö bahçeleriyle iç mekânların karanlığını karşı karşıya getiren görüntüleri de akılda kalıcı.
Filmin notu: 6