007 BOND FABRİKA AYARLARINA DÖNÜYOR
Serinin önceki filmi “Skyfall”da James Bond, duygusal biçimde köklerine dönüyor, geçmişiyle yüzleşiyordu. “Spectre”de ise yeniden bildiğimiz James Bond oluyor. Daha sert, çapkın, kararlı ve güçlü bir Bond var karşımızda. Tıpkı 1960’lı yıllardaki Sean Connery gibi...
SERİNİN 50. yılına denk gelen bir önceki film “Skyfall”, bir köklere dönüş hikâyesiydi. “Spectre” ise serinin başyapıtı “Skyfall”un devamı niteliğinde bir film. Ancak onun hüzünlü cazibesi ve derinliğinden uzak olduğu kesin. Hatta ondan “arta kalan ruh”la idare ettiği dahi söylenebilir. Sözgelimi, çocukluğunun gizemleri yine karşımıza çıkıyor ve ajan olarak yine bir var olma mücadelesi veriyor. Ancak “Spectre” klişelere çok daha sadık, klasik bir James Bond filmi. Evet, karanlık, ciddi bir havası var ama Bond, yine bildiğimiz Bond. “Skyfall”daki duygusal zaafları, zayıflıkları artık yok. Monica Bellucci’nin canlandırdığı güzel dulu baştan çıkardığı sahne, Bond’un özüne döndüğünün bir göstergesi. Serinin önceki filmi “Skyfall”da James Bond, duygusal biçimde köklerine dönüyor, geçmişiyle yüzleşiyordu. “Spectre”de ise yeniden bildiğimiz James Bond oluyor. Daha sert, çapkın, kararlı ve güçlü bir Bond var karşımızda. Tıpkı 1960’lı yıllardaki Sean Connery gibi... Güzel kadınlarla sevişiyor, müthiş otomobiller kullanıyor, iri kıyım adamlarla dövüşüyor ve inanılmaz işler beceriyor. Teknoloji dâhisi “hacker” Q.’dan ve sürekli flört ettiği Moneypenny’den destek alsa da, tam bir tek adam şovu sergiliyor.
“Spectre”in bir başka özelliği de James Bond’un, ajan filmlerindeki yeni modaya uyup kendi hesabına çalışmaya başlaması. Bunun nedeni, İngiliz dış istihbarat servisi MI6’nın bir önceki filmdeki gibi yine çok karışık olması. Hükümet destekli birileri, başta James Bond olmak üzere tüm “00” ajanlarını demode oldukları gerekçesiyle devre dışı bırakmaya çalışıyor. Ajanların işini artık İHA’ların (insansız hava araçları) yapabileceğini, asıl önemli olanın her şeyi gözetlemek ve bilgi toplamak olduğunu öne sürüyorlar. Yukarıdan gelen direktifleri boşveren Bond ise film boyunca dünyayı ele geçirmeye çalışan Spectre adlı örgüte karşı tek başına mücadele ediyor. Bond aslında makinelere karşı insanı, dijital gözetleme yerine eski usul casusluğu savunuyor. Terörizmin kökeninde, Batı kaynaklı büyük güçlerin olması kayda değer önemli bir nokta. Filmin küreselleşme karşıtı olduğu ve rahatsız edici olmayan ölçüde İngiliz milliyetçiliğini okşadığı da öne sürülebilir.
Çok parlak olmayan öyküsü ve bildiğimiz Bond klişelerini tanıdık bir düzen içinde peş peşe dizmesiyle “Spectre”, bence serinin en iyilerinden değil. Sadece bir formül filmi. Ancak 148 dakika boyunca hiç sıkılmadan seyrettiğimi de söylemeliyim. Sam Mendes başta Mexico City’deki açılış sahnesi olmak üzere, yönetmen olarak sağlam bir iş çıkarıyor. Ölüler Günü’nde geçen ve kesintisiz bir uzun planla başlayan sekanstaki helikopter bölümü çok iyi. Hemen ardından Roma’daki toplantı ve otomobil takip sahneleri harika. Londra’daki final sahnesi ise gösterişinden ziyade eski ile yeninin mücadelesini yansıtan sembolik önemiyle öne çıkıyor.