Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Tehditler, öfkeler, yeni bölünmeler altında post deprem dönemi yaşamaya devam ediyor, yaraları sarmaya çalışıyoruz.

        Birlik olmaya çalışanları, ayrıştırma gayretini de ibretle, utanarak izliyoruz.

        Yeni tartışma konumuz ise depremde yıkılan binaların ne zaman yapıldığı.

        Yıkılanların yüzde 99’unun 1999 öncesi yapıldığı iddia edilerek sorumluluk genelde olduğu gibi geçmişe yüklenmeye çalışılıyor.

        Oysa tüm bu kentlerde son yıllarda yapılmış hatta bazıları hala satışta yepyeni binaların da yıkıldığını biliyoruz.

        Çünkü bırakın vatandaşların binalarını, daha yepyeni kamu binaları bile kullanılamaz halde.

        Mesela Hatay Devlet Hastanesi.

        Bu hastane öyle çok eski falan değil.

        İnönü ya da tek parti eseri olarak kondurulmamış Hatay’a.

        2016 yılının son ayında açılmış.

        2017 yılında tanıtımı yapılmış.

        6, bilemediniz 7 yaşında.

        Şimdi bahçesine kurulmuş çadırlarda hizmet veriyor.

        Bahçesindeki çadırların çevresi ne yazık ki, gözlerimiz yaşararak baktığımız ceset torbaları ile dolu.

        İskenderun’daki devlet hastanesi de enkaz halde.

        Bu hastanelerin yıkıldığını ben söylemiyorum.

        Hatay Valisi söylüyor. Ve polis evinin yıkıldığını da ekleyerek.

        Bunlar 2000 sonrası yapılan yüzde bire dahil mi bilmiyorum ama durum bu.

        Tabii bir de Hatay Havalimanı gerçeği var.

        Depremde kullanılamaz hale gelen havalimanı.

        Onun da açılış tarihi 2007.

        Yani o da 2000 sonrası yapılıp, açılmış.

        İşin özü şu.

        21 yıldır işbaşında olan bir iktidarın, hala, her şey için geçmişi suçlaması pek de ikna edici olmuyor.

        Üstelik çok açık ki, öfke ve tehdit herkese sökse bile doğaya, tabiata sökmüyor.

        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Hatay Havalimanı gerçeği ne

        Hatay Havalimanı gerçeği ne
        0:00 / 0:00

        Hatay Havalimanı demişken, buradaki gerçeği bir kez daha vurgulamak, anlatmak lazım.

        Biliyorsunuz, pisti deprem sırasında kırılan havalimanı, hızlı sayılabilecek bir şekilde onarıldı ve hizmete açıldı.

        Bu başarılı operasyonu herkes ayrı ayrı sahiplenmeye çalışıyor.

        Oysa buna hiç gerek yok, Hatay Havalimanı'nın onarımı aslında tam da olması gerektiği gibi bu dönemde örnek sayılabilecek bir “milli birlik ve beraberlik” operasyonu ile bu kadar çabuk onarıldı.

        Hatay Havalimanı’nın onarımının çok kısa sürede yapılacağını ve günler işinde hizmete açılacağı haberini bana Mehmet Kalyoncu verdi. “İGA bu işi yapıyor” diyerek.

        Ancak daha sonra farklı bilgiler de gelmeye başladı.

        Hatay Havalimanı'nda tam bir işbirliği vardı.

        Herkes bir ucundan tutuyordu.

        Ulaştırma Bakanlığı koordinasyonu ile İGA ve TAV’ın inşaat birimleri işin içinde idi.

        Ankara Büyükşehir Belediyesi ve bölgede uzun zamandır işi yapan Hatay Expo’nun da müteahhitlerinden KLV İnşaat ve Proyap İnşaat makine, ekipman ve ekip desteği ile oradaydı.

        Tam da böyle bir dönemde olması gereken bir ortak çalışma.

        REKLAM

        Bu sayede de 5-6 gün içinde havalimanı onarıldı, hizmete açıldı.

        Ve bu işbirliği ile övünmek yerine şimdi “Biz yaptık”, “Hayır biz yaptık” kavgası başladı.

        Yahu bir şeyi de beraber yaptık deyin artık.

        Çok mu zor.

        Bıktık be sizin bu kavganızdan.

        Hepinizi biz seçtik sonuçta.

        Hizmet edin diye.

        Sahada ayrım yok ayrım siyasetçinin kafasında

        Sahada ayrım yok ayrım siyasetçinin kafasında
        0:00 / 0:00

        Benzer bir sen ben biz onlar tartışması AFAD ve gönüllü kuruluşlar ile ilgili yaşanıyor.

        Bunu da tetikleyen tabii ki siyasetiler.

        Oysa gönüller ve AFAD’ın bölgedeki çalışanları birlikte çalışıyorlar.

        Zaten AFAD’a yönelik eleştirilerin hiçbiri AFAD’ın bölgedeki çalışanları ile ilgili değil.

        Hepimiz biliyoruz ki, deprem kentlerindeki AFAD elemanları, başkaları ne kadar canla başla çalışıyor, ne kadar yoruluyor, ne kadar uykusuz kalıyorsa o kadar çalışıp yoruluyor.

        Aralarında hiçbir fark yok.

        Aralarında hiçbir çekişme yok.

        Onlar da herkes gibi ayazda sokaklarda yatıyor, onlar da günde bir iki saat uyku ile günlerce çalıştılar.

        Keza AFAD’ın deprem öncesinde de çok iyi çalışmaları var.

        Deprem araştırmaları yapmışlar, son derece iyi raporlar hazırlamışlar.

        Yerel yönetimleri, merkezi yönetimi uyarmışlar.

        Ellerindeki sonuçları paylaşmışlar.

        Deprem ölçümleri için her yeri son derece modern alet edevatladonatmışlar.

        AFAD’ın eleştirilen tarafı ne personelin özverisi ne de geçmişte yaptığı çalışmalar.

        AFAD’ın eksiği organizasyon.

        Deprem sonrası müdahaledeki gecikmesi ve elinde bu müdahaleyi yapacak imkanların kısıtlı olması.

        Depremin ilk iki günü gönüllü kuruluşlar olmasa, AFAD’ın müdahale edecek bir hali yok.

        Sonrasında var ama ilk iki gün çok yetersiz, çok eksik.

        En kritik saatleri, en kritik anları kaçırıyor AFAD.

        Zaten eleştirilen AFAD değil, AFAD’ın Afetlere Müdahale Genel Müdürlüğü, yani başında şu meşhur İlahiyatçı’nın, tasavvuf yüksek lisanslı ilahiyatçının bulunduğu birim.

        Bu yüzden de ne AFAD’ın sahada çalışan elemanlarının asabını bozun ne de hiç de görevi olmadığı halde insanların yardımına koşan gönüllülerin.

        Kızacaksanız illa liyakatsizliğe verilen prime kızın.

        Kurtarılamayan her bir canın nedeni o liyakatsizlik.

        Başka bir şey değil.

        Gönüllü doktorluk

        Gönüllü doktorluk
        0:00 / 0:00

        Bazı arkadaşlardan, depremzedelere yardım etmek üzere harekete geçen ve yaşadıklarına canları sıkılan bazı doktorların öyküleri geliyor.

        “Bir doktor arkadaşımın yaşadıkları” başlığı ile.

        Bu öyküler sosyal medyada da dolaşıyor, görüyorum.

        Mesleki olarak bu öykülerin hepsine inanacak halim yok.

        Hele hele öznesiz öyküler bende her zaman şüphe ve kaygı yaratıyor.

        O yüzden bugün ben sizinle birinden duyduğum, bir arkadaşımın başına gelen bir hikayeyi değil, deprem sonrası kendi yaşadığım bir “Doktor” hikayesini paylaşacağım.

        Geçen hafta, depremden üç gün sonra, yurt dışında yaşayan bir akademisyen arkadaşım beni aradı.

        “Yurt dışında faklı ülkelerden bir grup doktor ile Türkiye’de gelip, deprem bölgesindeki hastanelerde gönüllü olarak çalışmak istiyoruz. Türkiye’deki prosedürü bilmiyoruz. Bize yardımcı olur musun?” diye sordu.

        Bahsettiği doktorlar dünyanın en iyi tıp fakültelerinden birinin mezunlarıydı ve içlerinde tüm uluslardan ve tüm inançlardan doktorlar vardı.

        Hemen Sağlık Bakanlığı’nda görev yapan ve pandemi döneminde tanıştığım ve işini çok iyi yapan bir danışman hanımefendiyi arayarak prosedürü sordum.

        Konuyu Sağlık Bakanlığı Dış İlişkiler Genel Müdürü Selami Kılıç ile görüşmemiz gerektiğini söyledi.

        Selami Bey’e kendimi tanıtan ve arama gerekçemi belirten bir mesaj attım.

        Anında aradı.

        Hemen aradı.

        “Fatih Bey, şu anda deprem bölgesinde doktor açığımız yok. Zaten belirli uzmanlık alanlarında doktorlar gerekiyor ve şimdilik yeterince doktorumuz var. Benzer başka talepler de geldi. Biz gönüllü olmak isteyen doktorların isimlerini ve telefonlarını alıyoruz. Eğer gerek duyarsak kendileri ile temasa geçeceğiz. Sizin tanıdığınız doktorların da bize isim ve telefonlarını bildirirseniz, gerektiğinde onları da davet ederiz” dedi.

        Ben de bunu yurt dışından gelmek isteyen doktorlara bildirdim.

        Onlar da listede sıraya girdiler.

        Durum budur.

        Bilinsin diye yazdım.

        NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

        NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?
        0:00 / 0:00

        Ağzımızdan çıkan cümlenin kendimize yakışıp yakışmadığını önceden düşündüğümüz zaman.

        Diğer Yazılar