Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Diyanet İşleri Başkanı Başkanı Ali Erbaş coronaya yakalanıp hastaneye yatınca oluşan boşluğu doldurma görevini anladığım kadarı ile Ayasofya Camii Baş İmamı Boynukalın üstlendi.

        Bu görev kendisine verildi mi, yoksa fiili olarak mı orada bilmiyorum.

        Ancak beyefendinin bu göreve hatta bu görevden de de öte doğrudan “Şeyhülislamlığa” soyunduğunu görebiliyorum.

        İmam Boynukalın, artık çok açık biçimde Diyanet İşleri Fiili Başkanı’dır.

        Üstelik de bu görevi yasal olarak değil fiili olarak yaptığı için de en uç fikirlerde dolaşmayı, Anayasa’ya aykırı fikirler öne sürüp, taleplerde bulunmayı, siyasetin alanına girmeyi kendinde hak görmektedir.

        Her ne kadar Sünni mezhebinden olsa da davranış biçimi olarak Mehmet Boynukalın bir Ayetullah gibi davranmaktadır. Belki de kendini “Ayetullah'i-Uzma” olarak görmekte ve ona göre davranmaktadır.

        Bu gidiş hayra alamet değildir.

        Pek yakında kendini siyasetin de üzerinde, Cumhurbaşkanı’nın da yukarısında ülkenin dini lideri olarak görmeye başlaması pek ala mümkündür çünkü bunun sinyallerini vermektedir.

        Benim merak ettiğim ise Diyanet İşleri Başkanı’nın hastaneye yatarken talep ettiği duayı, Mehmet Boynukalın’ın edip etmediğidir.

        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Al Hasan'ı vur Enver'e

        Al Hasan'ı vur Enver'e
        0:00 / 0:00

        Hep diyorum ya, ne siyaset erbabının ne de siyaset erbabının çevresinde kümelenmiş grubun birbirinden zerre farkı yok.

        Siyasetçileri köpek balığına benzetirsek, çevrelerinde onlarla birlikte yüzen ve onların artıklarından beslenen ve Fransızların genel olarak “poisson pilot” dediği ve en bilinen türü vantuz balığı olan bir balık türü vardır.

        Bunlar köpek balığının altına yapışır, onun gücüyle seyahat eder, onun yakalayıp parçaladığı balıklardan etrafa saçılanlarla beslenir, “tufeyli” yani asalak bir yaşam sürerler.

        İster sağ olsun, ister sol, ister merkez olsun, ister aşırı uç sistem aynıdır.

        Siyasetçiler ve yancılar.

        Parti adının hiç önemi yoktur.

        Hepsi üç aşağı beş yukarı aynıdır.

        CHP ve CHP’ye yakın duran muhalif yazarlar uzunca bir zamandır, haklı olarak AK Parti’yi eleştirip duruyorlardı.

        Yancılarını sürekli besliyor diye.

        Tek değil ama bilinen bir örnek olarak hatırlatayım, mesela Hasan Kaçan sürekli olarak AK Partili belediyeler aracılığı ile gösteri yapıyor, ders, kurs açıyor, partili belediyelere yüklü miktarda fatura kesiyordu.

        CHP’liler de Hasan Kaçan ve benzerlerini haklı olarak eleştiriyorlar, halka ait kaynaklarla yandaş beslenmesine karşı çıkıyorlardı.

        Bunun dışında bir de yarı siyasetçi beslemeler oluyordu.

        Bunlar belediye başkanı ya da yerel siyasetçi iken AK Partili bir ismin yanına yanaşıyor. Onun yükselişi ile birlikte yükselişe geçiyor, sonunda hiçbir birikimleri olmayan konularda dahi danışman, genel müdür, müsteşar oluyor, arpalık tabir edilen yönetim kurullarına giriyor hatta zaman zaman kayyum bile oluyorlardı.

        Bu durum da muhalefet tarafından haklı olarak eleştiri konusu yapılıyordu.

        Ama bugün bir kez daha gördük ki, bu eleştirilerin nedeni ilkesel değil.

        Mesele işin yanlışlığından çok karşı taraf tarafından yapılıyor olması.

        "Ben yapamıyorum sen niye yapıyorsun” eleştirisi.

        Çünkü buldukları ilk fırsatta aynısını parti ayrımı olmaksızın hepsi yapıyor.

        İşte ortaya çıkan İzmir Büyükşehir Belediyesi ile muhalif gazeteci Enver Aysever ilişkisi.

        İzmir Büyükşehir Belediyesi, bilmem ne kursu için ihaleye çıkıyor.

        Kimin alacağı belirsiz bir ihale.

        Ama tek şartı var.

        Kim alırsa alsın, işi Enver Aysever’e yaptıracak.

        Tam bir rezalet.

        Enver Aysever ise açıklama yapıyor, “Ben ihaleye falan girmedim” diye.

        İhaleye girse daha iyi, en azından iyi kötü bir yarışma olacak.

        Burada o da yok.

        Kim kazanırsa kazansın Aysever kazanacak.

        Şimdi söyleyin bana, bunun Hasan Kaçan’ın yıllardır yaptığından ne farkı var, parti adı farkından başka.

        Ha AK Parti, ha CHP, ha Hasan, ha Enver.

        Al birini, vur öbürüne.

        Sadece bu mu?

        Örnek çok.

        AK Partili vakıftan, okuldan, Kartal İmam Hatip’ten gelen arkadaşını zirveye taşıyor, CHP’li ilçe belediyesinde yanına aldığını büyükşehir belediyesinde bilmem kaç şirketin yönetim kuruluna atıyor.

        Arpalığın adı değişiyor, sahibi değişiyor ama senin benim vergilerimden gelen arpayı birileri haksızca yiyor bu değişmiyor.

        Kafa aynı kafa. Avantacılık aynı avantacılık. Liyakatsizlik aynı liyakatsizlik.

        Arada varsa varsa fiyat farkı var.

        AK Partililer büyük götürüyor. CHP’liler ise hala eski Türkiye fiyatları üzerinden.

        Ve dün Hasan Kaçan’a sessiz kalanlar, bugün Enver Aysever’e kükrüyor, Hasan Kaçan’ı eleştirenler ise Enver Aysever’e ses çıkarmıyor.

        Sonra da seçmene kızıyorlar.

        Fikir yakın olabilir, cüzdan olamaz

        Fikir yakın olabilir, cüzdan olamaz
        0:00 / 0:00

        Şimdi Enver Aysever diyecektir ki, "Yahu bu benim işim. Ben böyle kurslar verip para kazanıyorum. Ne suçum var."

        Ama Hasan Kaçan da, ya da benzerleri de aynı şeyi söyleyebilir.

        Üstelik de Hasan Kaçan en azından gazetecilik yapmıyor.

        Bir yandan dürüst gazetecilik iddiasında olacaksınız, bir yandan da partilerle siyasetle parasal ilişki içinde olacaksınız.

        Bu olmaz.

        Gazeteci gazetecilik yapacak.

        Fikri olarak birilerine yakın olabilirsiniz elbet.

        Hiç sakıncası yok.

        Ama bu yakınlık cüzdan ortaklığına dönüşmeyecek.

        Dönüştü mü gazetecilik biter.

        Yetti bu ayrıcalık

        Yetti bu ayrıcalık
        0:00 / 0:00

        Bunu yazdım diye yine birileri bana faşist. ırkçı falan diyecektir ama konunun bununla ilgili olmadığını kötü niyetli olmayan herkes biliyor ya da farkında.

        Konu memleketteki Suriyeliler.

        Biliyoruz ki, corona yasakları ülkemizde bulunan yabancıları kapsamıyor ve onlar özellikle de sokağa çıkma yasağı gibi yasaklardan muaflar.

        Bunun temel nedeni Türkiye’nin bir turizm ülkesi olması ve sokağa çıkma yasağının turizme olumsuz etki etmemesi.

        Fakat bu ayrıcalıktan turistlerden daha fazla yararlanan ise bu ülkede mukim ve en az bizim de kadar hatta bizden de fazla bu ülkenin yerli ve milli unsuru haline gelmiş olan Suriyeli mülteciler.

        Sokağa çıkma yasağı olan günlerde Suriyeli sığınmacılar sokakları diledikleri gibi işgal ediyor, parklarda piknik yapmaktan, Boğaz ya da Haliç kıyısında denize girmeye, bu pazar olduğu gibi Galata Köprüsü’nden denize atlamaya kadar her şeyi kendilerinde hak görüyorlar.

        Ve bunları kimse gıkını çıkarmıyor.

        Sanki bunlar bu hastalıktan ve hastalığı bulaştırmaktan muafmış bir gibi tavır sergiliyor Devlet-i Ali’miz.

        Biliniz ki, Suriyelilere tanınan bu ayrıcalıklar artık milletin boğazına dayandı.

        Sui misal

        Sui misal
        0:00 / 0:00

        Coronadan bahsetmişken çok sevgili Demet Akbağ’ın bu fotoğrafı beni hayli üzdü.

        Akbağ gibi çok sevilen, örnek bir sanatçı böyle bir görüntü vermemeli idi.

        Bu fotoğrafta Demet Akbağ, bir maske nasıl takılmamalı bunu çok açık biçimde gösteriyor.

        Eğer burnunuz maskenin içinde değil ise bu maskeyi takmanızın hiçbir anlamı ve gereği yok.

        Takmayın daha iyi.

        Demet Akbağ gibi her açıdan örnek biri maskeyi böyle takıp dolaşırsa, bilinç düzeyi daha düşük vatandaşlarımıza bunun doğrusunu anlatmamız mümkün değil.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
        0:00 / 0:00

        Emsal olacağımızı unutmadığımız zaman.

        Diğer Yazılar