Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Günlerden bir gün, bundan seneler evvel, ismini kendime soyadı seçtiğim annem Şafak Hanım ile yurtdışı seyahatine çıkıyoruz, ana-kız. "Sekiz günde devr-i mazi" koyuyorum bu yolculuğun ismini. Zira annemle beraber Fransa'ya, Strasbourg'a, vaktiyle yaşadığımız evi, doğduğum hastaneyi ve daha bilumum "tarihi" harabeleri görmeye gidiyoruz. Nostalji bu ya!

        Yola çıktıktan kısa bir süre sonra anlıyorum ki pek de parlak bir fikir değilmiş bu. Zira annem iki adımda bir duygulanıyor; bir şey söylemese bile yüz ifadesinden belli. Acaba geçmişi hatırlamak mı daha iyi yoksa hepten silip unutmak mı? Sağlam bir hafıza, sağlam bir duruş mu demek hayatta? Bünyeye bir faydası var mı? Yoksa, tam tersine, içten içe zararlı mı?

        Ben bunlara kafa yorarken ulaşıyoruz eski şehrimize ve mahallemize. Bir zamanlar oturduğumuz apartmanı buluyoruz. "Her şey ne kadar değişmiş" diye mırıldanıyor annem. "Hem de ne kadar aynı."

        Ben, onun neler hissettiğini anlamaktan aciz, yürüyorum peşi sıra. Çıkıyoruz asansörle. Zili çalıyoruz. Asabi bir hatun açıyor kapıyı. Kafasında bigudilerle karşımızda duruyor. Film karesi gibi.

        Mutfaktan yemek kokuları ve cızırtılar yükseliyor. Bir şeyler kızarmaktan ziyade galiba yanıyor. Kadına elimden geldiğince nazik bir üslupla, 1971 senesinde burada oturduğumuzu, ben doğar doğmaz bu eve getirildiğimi, annemin bunca zaman sonra merak edip görmek istediğini söylüyorum, mahcubane.

        Kadın suratıma bakıyor boş boş. Bir tek kelime çıkıyor ağzından: "Niye?"

        Ve ben bu soruya cevap veremiyorum. Merak ediyorum, acaba felsefi ve varoluşsal ve derin bir yanıt verebilseydim oracıkta, içeri alır mıydı acaba bizi? Yoksa ağzımla kuş tutsam bile buyur etmemekte kararlı mıydı? Öyle ya da böyle, kös kös geri dönüyoruz.

        Bir kafede oturuyoruz ardından. Annemi neşelendirmek için masanın üzerinde duran peçeteyi kaptığım gibi bir şeyler çizmeye başlıyorum. Kalem kendiliğinden hareket ediyor. Bakıyorum ki bir şema çizmekteyim. Daha evvel resmettiğim bir şey değil bu. Bir yerde görmüşlüğüm de yok. Bir evin planı. Balkon, oturma odası, mutfak... Anneme anlatıyorum: "Bak, balkona şuradan çıkılıyordu; burada da koltuk vardı. Masa şöyleydi...."

        Şafak Hanım gözleri faltaşı bakıyor. Yüzünün rengi atıyor. "Nereden biliyorsun bunları?" diye soruyor.

        "E, hatırlıyorum" diyorum.

        Kafasını sallıyor. "Mümkün değil. Çok küçüktün. Bebektin daha. Nasıl hatırlayabilirsin?"

        Kimse anlatmadı bana bu evi. Bundan eminim. Bir yerde de görmedim. Ama sahneler var zihnimde. Olabilir mi? Yoksa hayal gücüm bana oyun mu oynuyor? Hafıza mı hayal mi? Cevabı bilmiyorum. Muhtemelen hiçbir zaman bilemeyeceğim. Sahi insan ne kadar geriye gidebilir hatıralarında? Siz kaç kilometre taşı öteye uzanıyorsunuz? Nasıl oluyor da yaşlılar en yakın hatıralarını daha çabuk kaybederken ta çocuklukta yaşadıkları anlara daha sıkı sarılıyorlar? Öyle bir muamma....

        Massacchusetts Üniversitesi'nin Technology Review Dergisi'nde yayınlanan bir yazı var ki hayli ilginç. "Güçlü bir hafızaya sahip olmak aslında kötü bir şey mi?" diye soruyor. Daha ziyade hayvanlar âlemine odaklanıyor araştırma. Doğada alışkanlıklarına (dolayısıyla hafızalarına) göre hareket eden hayvanların "oportünist" (yani duruma göre kendi çıkarları için daha iyi olan neyse onu seçen) hayvanlara göre geride kaldıklarını söylüyor özetle.

        Düşündürücü bir tez. İnsanlara uygularsak, kıssadan hisse şöyle: Geçmişe fazla bağımlı olmamakta yarar var. Benzer bulgular Columbia Üniversitesi tarafından da doğrulanıyor. Mesela çok daha fazla tarihsel detay hatırlayan insanların yeni ve güncel hadiseleri akıllarında tutmakta daha çok zorlandıkları biliniyor. Bir anlamda "hafıza fazlalığı"ndan mustaripler.

        Sevdiğim kalembazlardan Milan Kundera nostaljinin matah bir şey olmadığını anlatırken, kelimenin kökenini hatırlatır. Nostalji kavramının çekirdeği olan "nostos", eski Yunanca "dönüş" anlamına gelir. Algos ise "hüzün" demektir. "Dolayısıyla" der Kundera, "nostalji, geriye dönme arzusundan kaynaklanan ve karşılık bulamayan bir hüzün, hatta acı çekme halidir".

        Strasbourg'da çizdiğim peçete tesadüfen elime geçmeseydi bugünlerde herhalde aklıma gelmezdi bu hadise. Ama mademki buldum, iki seçenek var şimdi önümde: Ya saklamalı, koleksiyon yapmalı tat vermeyen anıları... Ya da her göçebenin yaptığı gibi sonbaharı sonbaharda, ilkbaharı ilkbaharda yaşamalı.

        Açıyorum pencereyi; usulca rüzgâra bırakıyorum peçeteyi... Uçurtma oluyor uzaklaşıyor benden, benliğimden...

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar